Avrupa

ORTA AVRUPA’NIN AKDENİZE AÇILAN KAPISI: HIRVATİSTAN & MOSTAR

Orta Avrupa’nın güneye ve Akdeniz’e açılan kapısı olarak nitelendirilen Hırvatistan, küçük fakat inanılmaz bir manzara çeşitliğine sahip. Tarih boyunca Roma, Bizans , Osmanlı, ve Avusturya-Macaristan; bu topraklara hem mimarî hem sanatsal açıdan olağanüstü bir zenginlik kattı. Tabii bu kültür bolluğu, ülkeyi son derece büyüleyici ve ilginç kılmakta. Savaştan dolayı bir süre turizme kapalı kalan Hırvatistan, Avrupa ve UNESCO’nun desteğiyle hızlı bir şekilde toparlanıp, inanılmaz bir yeniden yapılandırma programının sonucunda, eskisi gibi tüm güzelliğini sunar hale gelmiş.

                            Dubrovnik

Hırvatistan üç bölgeden oluşuyor: Kuzey-batıdaki en küçük bölge olan Istria, güneye uzanan Dalmaçya ve kuzey-doğuda Zagreb’in bulunduğu Slavonya. Mart ayının sonunda yaptığımız seyahatte, ülkenin kuzeyindeki Zagreb’ten başlayıp Dalmaçya kıyılarının en güneyine inmek istedik. XIX. yüzyılda inşa edilen ve geniş caddeleri, görkemli tarihî yapıları ve parkları ile Viyana’nın etkisini taşıyan aşağı şehir Donji Grad’ı arabayla gezdikten sonra Zagreb’in en eski semti olan yukarı şehir Gornji Grad’ı yürüyerek keşfettik.

Zagreb, XVII. yüzyılda Türklerin, Orta Avrupa’da ilerleyişine karşı direnebilmek için, Gradec ve Kaptol adlı iki yerleşimin birleşmesinden doğarak Macaristan’a bağlı olan Hırvatatistan‘ın başkenti olur. Hırvatistan, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avusturya-Macaristan’dan ayrılır. Hırvatlar, Slovenler ve Sırplar 1929’da otoriter bir yönetim biçimini izleyen Yugoslavya tacının altında birleşir. 1945’de Tito ve Komünist Parti’nin iktidarı ele geçirmesi ile Hırvatistan, sosyalist Yugoslavya’nın bir parçası olur ve Zagreb kendisinden daha önemli bir şehir olan Belgrad’ın gölgesinde kalır. Demirperde yok olup da 8 Eylül 1991’de Hırvatistan bağımsızlığına kavuşunca Zagreb yeniden başkent olarak eski günlerine döner.

                    Dubrovnik

Zagreb’den 132 kilometre güney-batıdaki Plitvice’ye hareket ediyoruz. Çevreyi daha iyi tanımak için köy yollarından gitmeye karar verip Karlovac’da otoyolu terk ediyoruz. Bu, iyi bir tercih olmuş, çünkü bu şehrin çıkışında tesadüfen, etrafında mermi izleri taşıyan evlerin bulunduğu, 1991-1995 Bağımsızlık Savaşı Açık Hava Müzesi’ne rastlıyoruz. Merak ettiğimiz ve oldukça trajik olan bu olayın kalıntıları; harap olmuş binalar, tanklar, toplar ve diğer ağır silahlar bir anda beklenmedik bir şekilde karşımıza çıkıyor. 1991’de Hırvatistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra (1992’de uluslararası topluluk tarafından tanınır), Hırvatistan’da yaşayan ve Belgrad’ın desteklediği güçlü bir Sırp azınlık isyan ederek dört sene sürecek olan bir savaşa yol açar. Bin kilometrelik bir cephede süren bu savaş esnasında Osijek, Vinkovci, Zupanja, Brod, Pakrac, Sisak, Karlovac, Rijeka, Otocac, Gospic, Zadar, Sibenik, Sinj, Split, Ploce ve Dubrovnik gibi şehirler üstün Sırp güçleri tarafından en şiddetli saldırılara uğrar. Savaş 1995’in yazında Paris-Dayton anlaşmasıyla biter.

Yolumuz dağlık bir bölgeye doğru ilerledikçe o zamana kadar mevsimine göre normal olan, biraz serin ve bulutlu hava aniden değişerek, Plitvice’ye 30 kilometre kala -2 dereceye düştü ve kar fırtınasına yakalandık. UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan Plitvice’yi karın altında görmeyi hiç beklemiyorduk doğrusu. Milli parkın art arda sıralanmış ve birbirine farklı ölçülerinde akan 16 gölünün ve sayısız şelalesinin oluşturduğu manzaralar, kar altında daha da büyüleyiciydi. Fakat tek üzüldüğümüz, kıyafetlerimiz bu havaya uygun olmadığı için yamaçlardan aşağıya, zümrüt rengindeki göllere ve şelalelere kadar fazla yürüyememek oldu. Geceyi, otele çevrilmiş bir villada geçirdik. Son derece misafirperver olan otel sahibi, akşam yemeğinden önce bize ev yapımı bir brendi ikram ederek, savaş esnasında buraların Hırvat ve Sırp’lar arasında büyük bir çatışma alanı olduğunu ve nasıl evini terk etmek zorunda kalarak Zagreb’e kaçtığını anlattı. Yemekte bizim için hazırladığı fakat bolluğundan dolayı bitiremediğimiz iri alabalıkları yedik.

                            Dubrovnik

Ertesi gün, kötü hava şartlarını arkamızda bırakarak güneye doğru indikçe daralan ve uzun bir şerit oluşturan Dalmaçya’ya doğru yöneliyoruz. 1185 adadan oluşan Hırvatistan’ın güzel Adriatik kıyılarının en büyük kısmı Dalmaçya’da bulunuyor. Bu adalardan, rivayete göre Marco Polo’nun doğduğu Korcula büyük olan adaları tatil beldesi olarak da kullanılıyor. Anakara kıyıları ise birbirinden güzel küçük mimarî mücevherleri barındırıyor.

                  Mostar

İlk uğradığımız yer kuzey Dalmaçya’nın en büyük şehri Zadar oldu. Söz edeceğimiz Dalmaçya’nın diğer şehirleri gibi Zadar şehri de Roma, Bizans, Venedik, Avusturya, hatta Hırvatistan’a medeni kanunu kabul ettiren ve okullarda Hırvat dilini standartlaştıran Napoleon’un döneminde 1808’den 1814’e kadar Fransa’nın egemenliğin altına girer. Onun haricinde Zadar, 1920-1945 arası Istria bölgesi ile beraber Mussolini İtalya’sının bir parçası olur.

Bir yarımadanın üzerindeki Roma forumu ve şehrin sembolü olan, Bizans döneminden kalma Aziz Donat Kilisesi’nin etrafında gelişen Zadar, XIV. yüzyılda kurulan Hırvatistan’ın en eski üniversitesine de sahiptir. Zadar’dan itibaren kıyı yolunu takip ederek Sibenik’e geliyoruz. Sibenik, diğer şehirlerin aksine,  X. yüzyılda Hırvat prensleri tarafından kurulan bir yerleşimdir. Dağın yamaçlarına yayılan amfi tiyatro şeklindeki eski şehrin darıcık sokakları ve merdivenleri gotik, Rönesans veya barok stilindeki kiliseler, saraylar ve binalarla süslenmiş. UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan ve gotik ile Rönesans stillerinin bir füzyonu olan Aziz Jakov Katedrali ise en güzel örneği teşkil etmekte. Eser Kuzey İtalya, Dalmaçya ve Toskana’dan üç mimarın farklı kültürlerinin birleşimi sonucunda doğmuştur.

                                  Zagrep

Bir sonraki etabımız Trogir oldu. UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan, surlarla çevrili olan şehrin tarihî merkezi bir adacığın üzerinde kurulu olduğu için hiç bir değişikliğe uğramadan günümüze dek mimarî servetini korunabilmiş. Asıl III. yüzyılda kurulan fakat Orta çağ, Rönesans ve Venedik esintili barok izlerini taşıyan Trogir, Antik Roma şehir mimarisinin ızgara planını aynen uygulayıp sürdürebilmiş. Örneğin Katedral ve Belediye Sarayı’nın yükseldiği ana meydan, eski ‘cardo maximus‘ ile ‘decumanus‘ un kesiştiği forum yeridir. Daracık bir sokakta keşfettiğimiz bir lokantada deniz mahsullerinden ve risottodan oluşan harika bir öğlen yemeği yedikten sonra yolumuza devam edip dönüşte Split’e uğramadan Dubrovnik’e yöneliyoruz.

Omis’e kadar sorunsuz gidiyoruz fakat buradan itibaren birkaç saat boyunca, çoğu zaman virajlı ve iki şeritli, trafiği oldukça yüklü kıyı yolunu takip etmek zorunda kalıyoruz. Bu kadar yoğun trafik olmasın bir sebebi de bu yolun aynı zamanda Saraybosna’ya (Bosna Hersek) ulaşımı sağlaması. Aslında bu yolculuğu Split’ten Dubrovnik’e kadar adalara uğrayarak feribot ile yapmak mümkün fakat biz o imkanı bulamadık çünkü kış tarifesinde feribot her gün çalışmıyordu.

Bir tarafta dağ bir tarafta deniz manzaraları sunan yol son derece güzel fakat çok yorucu olduğu için şirin liman kasabası Makarska’da bir mola veriyoruz. Burada seyahatimizde yediğimiz en güzel pasta ve dondurmaları keşfettik. Öyle güzeldi ki dönüşte tekrar aynı yerde bir mola daha verdik. Dubrovnik’e 60 kilometre kala, kendimizi bir anda Bosna Hersek sınırında buluyoruz. Normal bir hudut kapısı olmasına rağmen polis pasaportlara bile bakmıyor.

Hatta ben “Pasaportlarımıza bakmayacak mısınız?” diye ısrarla sorunca “Gerek yok hadi geçin” cevabını alıp şaşırıyorum. Daha fazla oyalanmadan yolumuza devam ediyoruz. Neum limanın bulunduğu yaklaşık 10 kilometrelik bir şeritten oluşan Bosna Hersek kıyısı, ülkenin Hırvatistan’ı delip denize açıldığı tek yer. Bosna’nın çıkışında ve Hırvatistan’ın girişinde bu kez hiç durmadan geçiyoruz ve kısa bir sürede Dubrovnik’e ulaşıyoruz.

                                 Mostar           

Gece olmuştu ve ışıklandırılmış asma köprüden Dübrovnik’e girdiğimizde ışıl ışıl parlayan şehir daha ilk bakışta çok etkileyiciydi. Ertesi sabah, otelimize arabayla 10 dakika uzaklıkta bulunan, surlarla çevrili tarihî şehre geliyoruz. Arabamızı surların hemen dışında park edip, UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan bu şehri keşfedebilmek için birkaç saat sürecek yürüyüşümüze başlıyoruz.

Önce bir saat, XIII. yüzyılda inşa edilen surların üzerinde yürüyerek Adriatik’in incisi olarak adlandırılan bu müze şehrini dıştan turluyoruz. Surlardan, şehrin inanılmaz güzel manzaralarını seyretmek mümkün. Ragusa ve Dubrovnik adlı iki küçük yerleşimin birleşmesinden doğan şehir, 1358-1808 arasında bağımsız bir cumhuriyet haline gelir ve barındırdığı mimarî harikalar o dönemde Avrupa ve Balkanlarla yaptığı ticaretten çok zenginleştiğinin ispatıdır. Güçlü bir donanmaya sahip olan Dubrovnik denizlerde de Venedik’in en büyük rakiplerinden biri haline geliyor. Ancak bu harika şehir tarihte iki yıkıcı darbe alır: Birincisi 1667’deki büyük depremin verdiği hasar olur fakat ardından bazı kiliseleri ve binaları barok stilinde yeniden inşa ederler; ikincisi ise geçtiğimiz yıllardaki savaşta, Montenegro-Sırbistan birliklerinin şehri koruyan 200 kişinin de ölümüne neden olan ağır bombardımanlarıydı. Buna rağmen Dubrovnik güzelliğini hiç yitirmedi. Binalar restore edildi, şehre canlılık katan kırmızı çatılar yenilendi ama kuşkusuz en büyük yarayı insanlar aldı.

              Sibernik

Şehri doya doya gezdikten sonra, panoramik yolu takip ederek, Montenegro sınırı yakınlarındaki şarap üretilen bir bölgede bulunan Cavtat’a gidiyoruz. Dağlara doğru tırmanan yolda durarak Dubrovnik’in panoramik fotoğraflarını çekmeyi de ihmal etmiyoruz tabiî. Güzel evlerin bulunduğu deniz kıyısındaki dev çam ağaçlarının arasından gün batımını seyredip bir yürüyüş yaparak bu harika şehri keşfediyoruz.

Hırvatistan mutfağı genelde Avusturya, Macaristan ve Osmanlı gastronomik etkilerini yansıtmakta. Oysa Dalmaçya kıyılarının lezzet alışkanlığı, özellikle zeytinyağlı yemekleri ve deniz ürünleriyle tam bir Akdeniz mutfağı etkisini yansıtıyor. Yürüyüşün sonunda Cavtat’ın en meşhur balık lokantası karşımıza çıkınca, fırsatı değerlendirip yerel şaraplar eşliğinde son derece lezzetli spesiyal lezzetleri tattığımız güzel bir akşam yemeği yiyoruz.

Ertesi sabah Dubrovnik’ten ayrılıp tekrar hudut kapılarını geçerek oldukça yakın olan Mostar’a gitmek için Saraybosna yoluna sapıyoruz. Bu defa Metkoviç’te Bosna Hersek sınırını geçerken pasaportlar biraz daha ciddi bir şekilde inceleniyor ve yolumuza devam ediyoruz. Daha birkaç kilometre ilerlemeden karşılaştığımız manzara tamamen değişiyor. Arkamızda oldukça zengin ve bol yardım almış bir ülke ve önümüzde çok daha fakir, bakımsız, yardım bekleyen bir kardeş ülke. Çok çarpıcı bir fark. Dağlarla çevrili Neretva Nehri’nin vadisinde ilerledikçe sanki Anadolu topraklarına ayak bastığımız hissini veren güzel ahşap evleri ve camiisi ile geleneksel bir Osmanlı köyüne rastlıyoruz. Sınırdan 60 kilometre sonra Mostar’a varıyoruz. Şehrin tarihî merkezine ulaşmaya çalışırken savaşta binlerce mermi ile delik deşik olmuş ve top atışlarıyla yıkılarak terk edilmiş birçok binayla karşılaşıyoruz. Gördüğümüz manzara bir yandan içimizi sızlatırken bir yandan da insanlığa büyük ayıbını hatırlatan bir anıt gibi karşımızda duruyor. UNESCO’nun denetimi altında ve Türkiye, Hırvatistan, Fransa, İtalya, Hollanda gibi ülkelerin büyük katkılarıyla restore edilen tarihî yaya bölgesine varıyoruz. XV. ve XVI. yüzyılda zümrüt rengindeki Neretva’nın kıyılarında gelişen Mostar Kasabası, adını Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından tasarlanan, 1557 yılında inşa edilen ve 1566 da hizmete açılan “eski köprü” anlamına gelen tek kemerli Stari Most Köprüsü‘nden alır.

                            Mostar

Bosna Hersek’e Türk akınları ilk olarak 1386’da başlar. Bu akınların sonucunda Bosna Kralı, Osmanlılara haraç ödemeye mecbur kalır. Ancak bu haraç Fatih Sultan Mehmet tahta geçince kesilir. Bunun üzerine Osmanlılar Bosna kralına karşı savaş açar. Savaşta kral öldürülür ve 1463’te bütün Bosna, Osmanlı topraklarına katılır. 1483’te Hersek Dükalığı’nın da Osmanlılara katılmasıyla bölgede İslamiyet hızlı bir şekilde yayılır. Bosna Hersek toprakları 400 yıldan fazla bir süre  Osmanlı yönetiminde kalır. Ancak Osmanlı devletinin zayıflaması üzerine 1878’de Bosna Hersek toprakları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal edilir.

Osmanlılar 1912’de Balkanlardan tamamen çekilmek zorunda kalır. Bunun üzerine Sırbistan, Karadağ ve yıkılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda yaşayan Hıristiyan Sırplar, 1918’de birleşirler ve Slavların yaşadığı kesimlerin de katılmasıyla 1929’da Yugoslavya Krallığı adı altında Slav bir devlet kurarlar. Bosna savaşının başlangıcında, Hırvat ve Boşnak birlikleri, Bosna Sırp ordusuna karşı yan yana savaştılar. Ancak 1993’de eski müttefiklerin arasında bir anlaşmazlık doğdu ve on bir ay süren bir çarpışmanın sonucunda, 9 Kasım günü Boşnakların tahta ve lastiklerle korumaya çalıştıkları meşhur Mostar Köprüsü, Hırvat topçular tarafından tamamen yıkıldı. Sonunda savaşan taraflar uluslararası topluluğun yardımıyla uzlaşırlar ve tarihî taş köprünün yerini derme çatma bir ahşap köprü alır.Ta ki eskisine sadık kalınarak yeniden inşa edilene kadar. Tamir edilen Mostar Köprüsü 23 Temmuz 2004’de görkemli bir törenle açılır ve toplumlar arasında barışı yeniden inşa etmenin sembolü haline gelir.

Mostar’a kadar geldiğimize sevinerek Hırvatistan’a dönüyor ve Dalmaçya’da gezeceğimiz son yer olan Split’e yöneliyoruz. Tarihi şehrin surlarına çok yakın olan otelimizi bulmakta biraz zorlandık. Büyük bir limana sahip olan Split, Dalmaçya’nın başkenti, ekonomik merkezi ve aynı zamanda da Hırvatistan’ın ikinci büyük şehirdir. Ancak Split, bir turist için hiç bir çekici yanı olmayan sanayi dünyasının yanı sıra, UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesine alınan tarihî merkezi ile emsalsz bir saray-şehirdir. Burada doğan ve 284-305 yılların arasında hüküm süren Roma İmparatoru Diokletian, 293 senesinde emekliliğini düşünerek bir saray inşaatı başlatır. Yaklaşık 40000 metrekareyi kaplan dev saray VII. yüzyıla kadar sadece imparatorlar tarafından kullanılır. Fakat Avar ve Slav istilalarından kaçan, birkaç kilometre uzaklıktaki Roma sömürgesi Salone halkı, evlerini terk ederek sarayın içine sığınır ve buraya yerleşir. Böylece saray o günden bu yana Split adlı bir şehir haline gelir. Günümüzde 3000 nüfusu barındıran tarihi şehir son derece etkileyici ve şaşırtıcı görünümlere sahip.

                       Split

Örneğin imparatorların gezdiği kemerli revak, alt katları dükkanlı ve pencereleri çiçeklerle süslü apartmanlara dönüşmüş. Şehrin en etkileyici yeri ise şüphesiz, meşhur Jüpiter Tapınağı ve bir katedrale dönüştürülen Diokletian’ın Mozolesi’nin bulunduğu meydandır. Tarihi şehrin kalbindeki Venedik sarayları ile Roma kalıntıları ve Orta çağ, Rönesans yapıtları ise olağanüstü bir uyum sağlamaktalar.

Seyahatimizin sonunda dönüş uçağımıza binmek üzere Zagreb’e yöneldik. Ancak bu yazıyı burada noktalamadan önce son bir şey eklemek istiyorum. ‘Kravat‘ kelimesi nereden geliyor dersiniz? 1618-1648 yılları arasında süren Otuz Yıl Savaşları esnasında Fransa Kralı XIII. Louis, Hırvat paralı askerleri hizmetine alır. Bu askerlerin sıcak ve soğuktan korunmak için boyunlarına bağladıkları mendil büyük beğeni kazanır. İşlevsel fonksiyonundan ziyade süsleyici bir aksesuar haline gelir ve daha sonra Versailles Sarayı’nın mahiyetinde moda olarak dünyaya yayılır…

 

Leave a Comment