Dünya’nın en büyük ikinci ülkesi olan Kanada’nın toprakları, Atlas Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na ve ABD’den Kuzey Buz Denizi’ne kadar uzanmakta. Dolayısıyla bu dev ülkenin ikliminde büyük farklılıklar görülebilmekte. Ancak genelde karlı ve çok soğuk geçen uzun kış aylarını sıcak ve nemli geçen yazları tamamlarken, ılımlı olan ilk ve son bahar mevsimleri uzun sürememekle birlikte gezginler için en tercih edilen zaman kesimleridir.
Kurban Bayramı’nın, Kanada’da “Kızılderili Yazı” olarak anılan kırmızının tüm tonlarının görüldüğü mevsime denk gelmesinden istifade ederek, toplam on bir eyaletten oluşan Kanada’nın doğusundaki Ontario ve Quebec eyaletlerini tanımak üzere yola çıktık. İklimin elverişsizliğinden dolayı bu uçsuz bucaksız ülkenin sadece % 11’inde insanlar yaşamakta ve ülke nüfusun toplam nüfusu 34 milyonu geçememekte. Sekiz günlük seyahatimiz boyunca içinde Toronto, Montreal, Quebec, Ottawa ve Niagara Şelaleleri’ni kapsayan programı gerçekleştirmek için 2000 kilometreden fazla yol kat ettik.
Seyahate, kozmopolit bir şehir olan ve dünyanın önde gelen metropolleri arasında yer alan Toronto’dan başladık. Bir milyon kilometrekareden fazla olan Kanada’nın ikinci büyük eyaleti Ontario, Büyük Göller Bölgesi olarak tanınmakta. Ontario Gölü‘nün kıyısındaki Toronto, görkemli gökdelenleri ile ülkenin finans ve ticaret merkezini oluşturuyor. 1975-2007 yılları arasında dünyanın en yüksek kulesi olan CN Tower, 553 metre yüksekliği ile şehrin sembolü haline gelmiş. Hızlı asansörle birkaç saniye içinde kendinizi binanın gözleme platformunda buluyorsunuz. Yukarıya vardığımızda hava hafif yağmurlu olduğu için kulenin tepesi bulutların içine gizlenmişti. Platformun zemini çok kalın bir cam ile kaplı ve boşluğa bakıyor.
Cesaretimizi toplayıp yerden 342 metre yükseklikte asılı olan camın üstünde yürümeyi denedik ama altınızdaki boşluğa bakarak yürümek için heyecana kapılmamak gerekiyor.Daha sonra gezdiğimiz, Amerika’nın en önemli müzelerinden biri olan ve fütürist bir dış mimariye sahip Kuzey Ontario Kraliyet Müzesi‘nin bir bölümü oldukça genç bir tarihe sahip. Bu müze, Kanada’nın geçmişini, doğasını, gelenek ve kültürlerini anlatmakta. Toronto’nun sokaklarında yürüyüş yaparken, modern binaların oluşturduğu grafik görünüm son derece hoştu. Büyük bir kent olmasına rağmen şehir merkezi trafik açısından da çok rahat.
Sadece sabah erken saatlerde Toronto’yu terk ederken, birkaç kilometre boyunca otoyoldaki trafik ağır ilerledi. Fakat kentin hemen dışında başlayan kızıl renkli ağaçların yoğunluğu bizi hemen büyülemeye başladı. Birbirinden gösterişli, rengarenk ve devasa Mack kamyonlarının hüküm sürdüğü otoyoldan giderek Ontario Gölü‘nün kuzey ucundaki Kingston’a vardık. Daha çok sakin, küçük bir kasabaya benzeyen Kingston, 1841-44 yılları arasında Birleşik Kanada’nın başkentliğini yapmış. 1841’de Yukarı ve Aşağı Kanada’da meydana gelen isyan ile yenilikçi Fransız ve Britanyalılar ülkenin yönetiminde kendilerine daha çok söz hakkı veren bir hükümetin kurulmasını sağlamışlar. Bunun sonucunda, 1867 senesinde Britanya Kuzey Amerikası antlaşması ile doğan Ontario ve Quebec eyaletleri, Yeni-İskoçya ve Yeni-Brunswick ile birleşerek Kanada dominyonunun oluşturmuşlar.
Ontario ve Quebec eyaletleri boyunca akarak, kaynağını aldığı Büyük Göller’i Atlas Okyanusu’na bağlayan, yaklaşık 1000 km uzunluğundaki Saint-Laurent Nehri, bu bölgede 200 kilometre boyunca Kanada ile ABD arasında doğal sınırı oluşturmakta. İşte yatçıların uğrak yeri Kingston’un hemen kuzeyinde Saint Laurent Nehri üzerinde, bazen Kanada kıyılarını, bazen ise ABD kıyılarını takip ederek bir buçuk saatlik bir tekne gezisi yaptık. İrili ufaklı pek çok adanın bir arada bulunduğu yazlık cennet Mille iles’da (1000 Adalar) birbirinden güzel villalar, oteller, hatta şatolar inşa edilmiş.
Adaların güzelliği ile bütünleşen sonbaharın sarı ve kırmızı yapraklarının oluştuğu tablolar, bize sert esen rüzgarı bile unutturdu. Akşamüstü Kanada’nın ikinci ve Quebec eyaletinin en büyük kenti olan Montreal’e vardık. Şehir ticaret, sanayi, finans, öncü teknoloji konularında ve kültürel alanda gelişerek bir merkez haline gelmiş. Nüfusunun yaklaşık %70’i Fransız Kanadalılardan, %15’i İngiliz Kanadalılardan ve kalanı değişik topluluklardan oluşmakta. XVIII. YY’dan beri Montreal, alavere havuzu sistemiyle Büyük Göller bölgesini okyanusa bağlayan ve büyük gemilerin geçebildiği dünyanın en uzun su yolu olan “Voie Maritime du Saint Laurent” in ana limanı olmuş. Su yolu, buzkıran gemileri sayesinde yılın on ayı açık kalabilmekte.
Montreal ismini, Ottawa ve St Laurent Nehri’nin kesiştiği yerde bir ada üzerinde kurulu Mont Royal Tepesi‘nden alıyor. Montreal’i tanımaya panoramik bir tur yaparak başladık: Mont Royal’ın yamaçlarından yayılan şık mahallelerden geçerek bu mevsimde kırmızılara bürünmüş Montreal’ın panaromasına hakim Kondiaronk Belvedere’ye kadar çıktık. Buradan bakıldığında kentin silueti içinde gökdelenleri, devasa Olimpik Parkı, Expo 67 adlı Montreal Evrensel Sergisi için tasarlanan ve kentin simgesi olan jeodezik kubbeli Biospheri ve devasa nehirdeki upuzun limanın vinçlerini görebiliyorsunuz. Tarihi binalar ise bu yüksek yapıların arasında kayboluyor. Daha sonra, Montreal’in caddelerinde gezinirken eski evler, kiliseler, müze binaları karşımıza çıkıverdi. 1642’de kurulan ve nehir kıyısındaki alçak binaları ile kentin en eski yerleşim bölgesi olan Vieux-Montreal’i ise mutlaka görmek lazım.
Montreal’in şaşırtıcı bir özelliği var; yaklaşık 30 km uzunluğundaki bağlantılardan oluşan dünyadaki en büyük yeraltı kompleksine sahip. Çok uzun süren kış mevsiminde yaşamı kolaylaştırmak için kenti neredeyse yerin altına taşımışlar. Dışarıdaki binalara, otellere, mağazalara, bankalara, gar ve metro istasyonlarına yani şehir merkezindeki neredeyse her yere ulaşım sokağa çıkmadan yapılabiliyor. Yeraltında pek çok dükkan, kafe, bar, restoran, sinema vs. bulunmakta. Rehberimiz, ticari hareketliliğin yoğun olduğu meşhur Sainte-Catherine Caddesi’nin bir yerinden yeraltına inerek, bu dev kompleksin küçük bir kısmını gezdirip yolumuzu nasıl bulabileceğimizi anlattı, zira insan buraları ilk defa tek başına geziyorsa kolayca kaybolabilir.
Montreal’de kentin spesiyalitesi olan dana füme etini tatmayı da ihmal etmedik. Et yağsız, orta yağlı veya çok yağlı olarak sipariş edilebiliyor. Patates kızartması ile servis yapılan yağsız sıcak et çok lezzetli. Montreal’de iki enteresan yer daha gezdik: Birincisi, seralarında çok sayıda egzotik bitki bulunduran Montreal Botanik Bahçesi. Bu bahçede Cadılar Bayramı için harika bir kabak sergisi bulunuyor. Bahçeleri gezmek için en uygun zaman ise akşamüstü. Güneş batarken, güneş ışınlarının ağaçların arasından sızarak aydınlattığı yaprakların kırmızı tonları masalsı bir güzellik yaratıyor. Japon ve özellikle Çin tarzı bahçelerinin ışıklandırılması bizi adeta büyüledi. Ertesi sabah gezdiğimiz bir başka ilginç yer ise 1976 Yaz Olimpiyatları için inşa edilen Olimpiyat Stadı’nın şaşırtıcı kulesi. 175 metre ile dünyanın en yüksek eğik kulesinin tepesine, dışarıda bulunan bir füniküler ile 2 dakikadan az bir süre içinde çıktık ve karşımıza nefes kesen 360 derecelik bir Montreal manzarası çıktı…
Seyahatin bir sonraki etabı olan Quebec’e doğru ilerlerken yine yollar ağaçların kırmızı yaprakları ile süslenmişti. Burada küçük bir parantez açıp Kanada’nın ulusal sembolü akçaağaçtan söz etmek lazım: Quebec ve Ontario eyaletlerinin asıl gururu olan akçaağacının yaprağı Kanada bayrağının da ilham kaynağı olmuş. Bu ağacın yaprakları sonbaharda önce turuncuya ve daha sonra da kızıla dönüşüyor. Yüksekliği 30 metreyi aşabilen şeker (Acer saccharum) akçaağaçtan ilkbaharda olağanüstü bir besi suyu elde ediliyor. Damıtılmış 40 litre besi suyundan 1 litre meşhur akçaağaç şurubu üretilmekte.
Kaşif Jacques Cartier, 1535’te meşhur Fransız şehri Saint Malo’dan hareket ederek, gemi ile önce Saint Laurent Nehri’nin ağzını (sonradan Quebec olacak yeri) keşfeder, daha sonra ise sandallarla Montreal’ın kurulacağı Hochelaga isimli yerli yerleşimine varır. 1604’te Samuel de Champlain adlı başka bir Fransız, Quebec şehrini ve Kuzey Amerika’da çok sayıda başka sömürgeyi kurar: Kuzey-güney eksende Hudson Körfezi‘nden Yeni Orleans’a, doğu-batı eksende ise Terre Neuve’den (Newfoundland Adası) Rocheuses’e (Rockies) kadar uzanan Yeni Fransa böylece doğar. Fakat 1750’de İngiltere ve Fransa arasındaki savaşlar Amerika’ya kadar sıçrayıp 1760’da Yeni Fransa’nın düşüşüne yol açınca Terre Neuve (Newfoundland Adası), Yeni İskoçya ve Hudson Körfezi gibi bölgeler İngiltere’nin hegemonyası altına girer. Yedi sene süren son savaşın sonucunda 1763’te Paris Antlaşması ile neredeyse bütün Fransız Amerika’sı İngiltere’ye teslim edilir. Fransız Kanadalılar sadece Quebec eyaletinde dil ve dinlerini muhafaza edebilirler. Fakat bitmek bilmeyen gerilimlerden dolayı 1791’de Kanada, Frankofon Aşağı Kanada (Quebec) ve Anglofon Yukarı Kanada (Ontario) olarak ikiye bölünür.
Birkaç saatlik yolculuğun sonunda Fransız Kanadası’nın ruhu olan Quebec şehrine vardık. Taşıdığı eski dünya havası, mimari ve tarihi değerleri ile Quebec 1985’ten beri UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’nde yer almakta. Saint Laurent Nehri’ne hakim bir yerde konuşlanmış tarihi şehir, ilk bakışta biraz önce söz ettiğimiz Saint Malo’yu hatırlatıyor. Surlarla çevrili Vieux-Quebec, granit taşları ile gri rengine hakim kalesi, evleri, kiliseleri ve diğer yapıları, küçük Kraliyet Meydanı, merdivenleri, Arnavut taşı kaldırımları, butikleri ve kafeleri ile son derece pitoresk, Amerika’da eşi olmayan bir müstahkem bir şehir. Quebec iki görkemli tarihi binaya sahip: Biri Quebec Parlamentosu, diğeri ise Saint Laurent ve Vieux-Quebec’e hakim bir konumda, lüks bir otel olan 600 odalı Château Frontenac. Quebec’in tepelerinde ve kalenin hemen arkasında büyük bir yeşil alan bulunmakta. 13 Eylül 1759’da İngiliz ve Fransız ordularının son çatıştığı ve Kanada’nın geleceğinin şekil aldığı anıtlarla dolu olan bu alan, “Savaş Alanları Parkı” olarak kullanılmakta.
Quebec’e vardığımız akşam sokaklarda ilginç bir geçit alayına rastladık: Cadılar Bayramı’nı kutlayan yüzlerce kişi cadı, vampir, iskelet, Frankenstein gibi korku filmi karakterlerine veya kırmızı boyalarla korkunç insan görünümüne bürünerek eğlenmek üzere sokaklara dökülmüş…
Quebec’ten kuzeye doğru ilerleyerek Saint Laurent kıyısına uzanan ilk Kanadalıların yaşadığı Côte de Beaupré’yi keşfedip sömürgecilerin ilk ibadet yeri olan Sainte Anne de Beaupré Bazilikası’na kadar gittik. Burası bir tür haç yeri ve inanan insanlara göre mucizelerin gerçekleştiği bir yer. Bazilikanın içindeki bir sütuna asılmış çok sayıda koltuk değneği de bunu kanıtı olarak sergilenmekte. Ayrıca bu bölgede, Quebec’in en etkileyici şelalesi Montmorency’yi de gördük. 86 metre yüksekliği ile Niagara’dan 30 metre daha yüksek olan bu şelalenin ziyaretçi merkezinde sergilenen kış mevsimindeki donmuş halinin resimlerini mutlaka görmek lazım. Buzun kalınlığı nefis, inanılmaz görüntüler yaratmakta. Quebec şehrine dönerken, upuzun bir köprüden geçerek Orleans Adası’na vardık. Bu ada çiçek ve çilek tarlaları ile ünlü. Küçük ada, Fransızların ilk yerleşimlerinden biri olup içinde birkaç köy barındırmakta ve birbirinden güzel villaları ile Quebec’in yeni şık mahallesini oluşturmakta.
Quebec’ten ayrılıp Ottawa’ya doğru yolcuğumuza devam ettik. Bir saatlik yolculuktan sonra bir bizon çiftliğine geldik. Avrupalı sömürgecilerin Kanada’nın batı düzlüklerine gelmesinden önce burada tahminen 60 milyon bizon, dev sürüler halinde yaşamaktaymış. Kızılderililer bizonları temel ihtiyaçları için avlarlardı. Avrupalılar ise bu hayvanların neredeyse tümünü derileri için öldürüp nesillerini tükenmeye yakın bir duruma getirdiler. Ta ki 1873’te “Samuel Walking Coyotte” adlı bir yerli, dört bizon yakalayıp küçük bir sürü oluşturarak bizon yetiştirmeye başlayınca, çevrede bizon çiftlikleri oluşmuş. Çiftlik sahiplerinin hazırladığı bizon etinden oluşan öğle yemeği seyahatte yediğimiz en güzel yemeklerden biri oldu. Beklediğimizin aksine ağır bir tadı olmayan bizon eti son derece de yumuşaktı.
Yemekten sonra bize çiftliklerini özel bir araçla gezdirip, bizonları çok yakından görebilmemiz için otladıkları tarlaya kadar götürdüler. Bizon, ortalama 900 kiloluk bir hayvan olmasına rağmen, son derece çevik ve hızlıdır. Bu nedenle de etraflarında çok dolaşmamakta yarar var. Bizon vahşi bir hayvan olduğu için korumalı bir şekilde, ancak belli bir mesafeye kadar yaklaşmak mümkün.
Gezi bitince yolumuza devam edip akşamüstü Ottawa’ya vardık. Ottawa ve Rideau Nehri’nin kenarındaki eşsiz bir yerde, 1826’da kurulan Ottawa şehri, 1857’de Birleşik Kanada’nın başkenti seçilmiş. Ertesi sabah, kenti keşfetmek üzere yola koyulduk: Londra’daki Westminster Sarayı’nı andıran Parlamento Binası; XIX. Yüzyılın başında inşa edilip bugün UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan 200 kilometrelik Rideau Kanalı; kafeler, sanatçı atölyeleri, butikleri ve meyve-sebze satıcıları ile Byward (kısaca By) pazarı; Kanada Genel Valisi’nin ve Başbakanı’nın rezidanslarının yanı sıra bazı büyükelçiliklerin bulunduğu Sussex Mahallesi; Kanada Uygarlık Müzesi‘ndeki etkileyici boyları ile dev totemler…
Öğleden sonra seyahatin son noktası olan Niagara Şelaleri’ne doğru hareket ettik. Mutlaka görülmesi gereken Niagara Şelaleleri, ABD ile Kanada sınırı arasında bulunmakta. Kanada tarafındaki şelaleler daha etkileyici bir görüntüye sahip. Işıklandırılmış şelalelerin ve manzarasını, Skylon Kulesi‘nin dönen restoranında akşam yemeği yerken doya doya seyrettik.
Kanada’ya ait 670 metre ene sahip en büyük ve nefes kesici olan nalı şeklindeki Horseshoe Şelalesi tam karşımızdaydı. Niagara Nehri’nin 57 metreden aşağıya döktüğü güçlü sularının uğultusu kilometrelerce uzaklıktan duyulmakta ve kalın bir sis perdesinin arkasında gizemli bir görünüm oluşturmakta. Son sabah, Niagara Şelaleleri’ni rahat rahat gezdik. Ekimin ikinci yarısından sonra çalışmadığı için “Maid of the Mist” adlı tekne gezisinin yerine “Şelalelerin Arkasında Yolculuk” adlı tünelden geçip, dağıtılan özel yağmurlukları giyerek su duvarının arkasında dolaştık.
Bayağı etkileyici olan bu deneyimden sonra, Horseshoe Şelalesi ile aynı seviyede bulunan ve suların sanki içinden aktığı hissini veren restoranda güzel bir öğle yemeğiyle seyahatimizi noktaladık.
2013 yılı Kurban Bayramında tekrarlayacağımız “Kanada’da Kızılderili Yazı” turumuz en güzel mevsime denk geleceği için daha da göz alıcı bir renk cümbüşüne tanık olabilirsiniz. Bu fırsatı kaçırmamanızı tavsiye ederiz…
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.