İlk defa Marco Polo tarafından “Büyük Kırmızı Ada” olarak adlandırılan Madagaskar için ilk bakışta Afrika ve Güneydoğu Asya’nın bir karışımı olduğu söylenebilir. Fakat Madagaskar, kendine özgü bitki örtüsü, canlı türleri ve jeolojik oluşumları ile, eşsiz bir doğaya çok eski geleneklere dayalı bir kültüre sahip, başlı başına ayrı bir kıtadır.
Türkiye’de olduğu gibi, ekim başında pek çok kuzey yarımküre ülkesinde de havalar soğumaya başlar. Bizde tam bu zamanda Paris üzerinden Madagaskar’a uçuyoruz. Afrika’nın üzerinden kuzeyden güney-doğuya doğru uçarak, Mozambik Kanalı’nı geçip, çok hoşuma giden “Madagaskar” çizgi filmini seyrettikten sonra uzun zamandır hayal ettiğim bu harika adaya varıyoruz. Madagaskar, Hint Okyanusu’nda yer alan ve yaklaşık 100 milyon yıl önce Afrika anakarasından ayrılmış, 587.041 km2 yüzölçümü ile dünyanın dördüncü büyük adasıdır. Madagaskar’a en yakın diğer adalar uçakla bir buçuk, iki saatlik mesafedeki Komor, Reunion ve Mauritius adalarıdır.
Akşam, başkent Antananarivo’ya varıyoruz. Burada hemen bir parantez açmak istiyorum. Bitişken diller grubuna giren Malagasy dili yabancılar için telaffuz sorunu yaratıyor. Ülkedeki hemen hemen tüm isimler çok uzun. O yüzden 1896 da ülkeyi ilhak edip kuzey ve güney kıyılarında limanlar kuran Fransızlar, Fransızcayı resmi dili yaparak bazı zor isimleri basitleştirmişler. Örneğin Antananarivo; Tananarive ve daha sonra da kısaca Tana olmuş. 1958’de kurulan Malagasy Cumhuriyeti’nin 1960’da ki bağımsızlığını kazanmasından sonra Fransızca, Malagasy dilinin yanı sıra ikinci resmi dil olarak kalmış.
“Bin şehri” anlamına gelen Antananarivo’nun adı, diğer kabileler üzerinde üstünlük kazanan Merina Kralı Andrianjaka’nın, başkenti bin savaşçının yardımıyla kurmasından gelir. Günümüzde Yeşil Yüksek Topraklar bölgesinin kalbindeki bir tepede gelişmiş olan şehir, çeltik manzaralarından oluşan büyük bir ovaya hakimdir. Halkın temel besini olan pirinç ekimi alışkanlığı, muhtemelen V. yüzyıldan itibaren adaya ilk yerleşen Endonezya ve Malezyalı göçmenlerin yanlarında getirdikleri tahıllardan kaynaklanmakta.
Daha sonra adaya Doğu Afrikalılar ve Araplar ile tüccarların yanlarında getirdikleri önemli köle nüfusu yerleşir ve diğerleriyle doğal olarak karışırlar. Nüfusun, resmî olarak 18 olan etnik grubunun başta gelenleri, Yüksek Topraklarda yaşayan saf Endonezya ve Malezya uyruklu Merinalar olmak üzere, kıyı bölgelerinde Merina olmayan ve Afrikalı, Malezya-Endonezyalı ve Arapların karışımından ortaya çıkmış Betsileo, Betsimisaraka, Tsimihety, Antaisaka, Sakalavalardır. Bir de adaya sonradan yerleşen beyaz yabancı Vasalar, Hintliler, Komorlular… Dini inançlarına gelince, nüfusun yarısı animist olup atalarına tapar ve onlar için kurban sunar. Diğer yarısı ise Katolik ve Protestan Hıristyanlardan ve küçük oranla da Müslümanlardan oluşmakta.
Eskiden sıkı bir ‘kast‘ yasağı söz konusuydu ve üstün Merinalar diğer etnik gruplar ile evlenemezdi. Fakat durum günümüzde birazcık esneklik kazanmış. Bu farklılıkların getirdiği hareketli tarih, koloni dönemde sömürgecilere karşı kurulan birlikle neredeyse son bulmuş. Ne yazık ki 1980-90 senelerinde bazı politikacılar iktidarı ele geçirmek için etnik nefreti körüklemekten çekinmemiş.
Tana’da yaptığımız gezi, bizi aşağı şehre kuş bakışı seyredebildiğimiz tarihî yukarı şehre kadar götürdü. Etrafında geleneksel ve kolonyal evlerin bulunduğu dar ve rampalı bir yolun sonunda ki şehrin en tepe noktasında, 1995 senesinde yanan ve sonradan restorasyon gören Kraliçe I. Ranavalona ve Başbakan Rainilaiarivony’nin eski sarayları bulunmakta. Şehrin 21 kilometre uzağında ki Merina monarşisi ve Madagaskar Krallığı’nın beşiği olan Ambohimanga Tepesi ise UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Tana’daki zaanatkarlar çarşısı ise kaçırılmaması gereken bir yer.
Ertesi sabah, Antananarivo’nun doğusundaki yağmur ormanlarından oluşan Andasibe-Mantadia Millî Parkı’na doğru yola çıkıyoruz. Yol güzergahındaki Marozevo Çiftliği‘nde mola verip, aralarında kuyruklu yıldız anlamına gelen Argema Mitri adındaki bir kelebek türü; ot üzerinde yaşayan ve tahta çubuklara benziyen ‘phasme‘ adlı böcekler; yılanlar, yaprak görünümde küçük sürüngenler, boyları 5 ile 20 santim civarında olan ve her gözü aynı anda değişik yönde 180 derece dönen rengarenk bukalemun türleri ve domates adlı kırmızı renkli kurbağalar olmak üzere adaya özgü birçok hayvan türünü görme imkanı bulduk. Çiftliğin rehberi, bu hayvancıkları bize yakından göstermek için teker teker yerlerinden çıkarıyor ve avucumuza bırakıyordu. Böylece hepsinin, şaşırtıcı bir şekilde, birbirinden yumuşak dokulara sahip olduklarını da görmüş olduk.
Çiftlik gezisinden sonra yolumuza devam ediyoruz ve bir anda çeltik tarlaları biterek sık yağmur ormanlar başlıyor. Burada, daha önce de fark ettiğimiz binlerce kesilmiş ağaç kütüğünü görünce anladık ki orman kıyımı büyük bir hızla ilerlemekte ve bu güzelim ormanlarla, içlerinde yaşayan canlılar büyük bir tehlike ile karşı karşıya. Birkaç senedir, ağaç kesme yasağı uygulanmış fakat denetim olmadığı için halk, ısınmak ve yemek yapmak için tek enerji kaynakları olan odun kömürü imalatı için ağaçları sorumsuzca kesmeye devam etmiş.
Yağmur ormanları ülkenin orta, doğu ve kuzey bölgelerini kaplamakta. Andasibe-Mantadia Millî Parkı’nın içinde yer alan Perinet koruma alanına vararak son derece hoş bir orman lodge’una yerleşiyor ve ardından da özel koruma alanının keşfine çıkıyoruz. Yüksek ağaçların altından ilerleyip, yer yer asma köprülerden geçen, rahat bir yürüyüş güzergahını takip ederek, küçük bir gölün kıyısında uyuyan onlarca timsah, uzun boyunlu rengarenk kuşlar ve ağaçlara tırmanıp et yiyen uzun kuyruklu, kahverengi tüylü birkaç fosa görüyoruz. Daha sonra aracımızla, koruma alanının başka bir bölgesine gidip, kanolarla, meşhur dört beş lemur türünün yaşadığı bir adaya geçiyoruz. Bu seyahate çıkmadan önce “acaba bu sevimli hayvanları yakından görebilecek miyim” diye kendime çok sordum. Ağaçların tepesinde yaşayan bu hayvanlara çok yaklaşabileceğimi zannetmiyordum. Fakat burada inanılmaz bir şey oldu: Adaya varışta, gelen turistlerle birlikte muz yiyeceklerini gayet iyi bilen birkaç siyah beyaz kuyruklu lemur zıplayarak bizi karşılamaya geliyor. Ada içinde ilerledikçe başka lemur türleri de görüyoruz. Bu sevimli yaratıklar, daha fazla muz hak edebilmek için müthiş numaralar yapıyor. Tek ayağıyla bir dala tutunup baş aşağı sallananlar, ağaçların üzerinde çeşitli akrobasi numarası yapanlar ve hatta sırtımıza, omzumuza, kafamızın üstüne atlayanlar… Lemurlar tertemiz tüyleri, yumuşacık deri elleri ve ayakları, uzun kuyrukları ve burunları, masum bakışlarıyla son derece şirin yaratıklar. Bazı dişiler, bellerine sımsıkı sarılmış yavrularını yanlarından ayırmıyor. Madagaskar çok sayıda canlı türü barındırmıyor. Hayvan türü çeşitliliği başka ülkelere nazaran daha düşük olabilir fakat burada yaşayan türlerin yarısından fazlası endemik yani dünyanın başka bir yerinde doğal olarak görebilmek mümkün değil. Bu türlerin en başında da, insanoğlunun en yakın akrabaları, primatlar familyasından, ağaçta yaşayan fakat ne yazık ki ormanlarla birlikte soyları tehlikede olan lemurlar gelmekte.
Hava karardıktan sonra, ormanda gece dolaşan hayvanları karanlıkta görebilmek için lodge’dan oldukça uzak bir bölgeye gidiyoruz. Milyonlarca yıldızın parladığı gökyüzünün altında, iki el feneri yardımıyla ilerlerken, rehberimizin, yaprakların üzerindeki minicik sürüngenleri bile olağanüstü bir ustalıkla bulup bize göstermesi karşısında hayrete düşmemek elde değil. Yürüyüş boyunca, kocaman kıpkırmızı gözleri ışıkta parlayan küçük boylu kahverengi lemurlar, minik bukalemunlar, kahverengi noktalı sarı kurbağalar ve çubuk böcekleri görüyoruz.
Ertesi sabah erkenden, millî parkın içinde en büyük lemur türü olan kısa kuyruklu ‘ındri ındri‘lerin arayışına çıkıyoruz. Indrilerin çığlıklarını çok uzaktan duymak mümkün. Rehberimiz, ağaçların tepesinde bir kaç aile keşfediyor ve sessizce izlemeye başlıyoruz. En ufak bir ses duydukları zaman rahatsız olup ağaçtan ağaca uzun atlayışlar yaparak uzaklaşıyorlar. Bu nedenle çok sessiz olmak gerekiyor. Sonuçta lemurları doya doya gördük ve zor da olsa resimlerini çekebildik. Çok mutluyuz.
Buradan sonra, gezimiz bizi ülkenin güneyine doğru götürüyor. Madagaskar’da yol şebekesi kısıtlı olduğu için Tana’ya geri dönüp, buradan Tulear’a kadar giden, ülkenin en önemli yolu N 7 ‘ye giriyoruz. Madagaskar’ın bütün yükünü, ki çok bir şey değil, kaldıran bu yol sadece iki şeritli ve bol virajlı. 1000 kilometrelik bu yolda bazen kilometrelerce hiçbir araca rastlamamak mümkün. Tana’da oldukça ağır olan trafik yoğunluğu şerhin birkaç kilometre dışında neredeyse sıfıra düşüyor.
Madagaskar’da artıklarla yeniden bir şeyler imal etmek çok görülen bir uygulama. Nitekim Ambatolampy Kasabası‘ndan geçerken, çöpe atılmış alüminyum eşyaları eriterek, Avrupa’nın çok tanınmış alüminyum mutfak tencerelerini kopyalayan bir zaanatkar atölyesi görüyoruz. İnanılmaz iptidai yöntemlerle, kömür tozları içinde, çıplak ayaklarıyla destekledikleri kalıplara kaynayan metalleri döken işçiler birkaç dakikada yoktan bir tencere yaratabiliyor. Ama bu insanların ciğerlerinin ne durumda olduğunu düşünmek bile insana inanılmaz bir acı veriyor.
Akşamüstü, 1400 m yükseklikte bulunduğu için adanın en serin iklimine sahip, Fransız sömürgecilik döneminin tanınmış termal merkezi Antsirabe’ye varıyoruz. Ertesi sabah, bol sodyum klorür içeren bölge suyundan dolayı ‘tuzun bol olduğu yer‘ anlamına gelen Antsirabe’yi, burada yaygın bir ulaşım aracı olan çek çek arabasıyla gezdik. Şehirden ayrılmadan önce de, nefis bergamotlu ve zencefilli şekerler yapan bir imalâthaneyi, bir nakış atölyesini ve yarı değerli taşların işlendiği bir atölyeyi ziyaret ediyoruz. Yolun devamında çeltik ve tütün tarlalarında çalışan insanları, kırmızıya kaçan kerpiç evleri, fark ettikleri anda üzerimize doğru koşan çocukları seyrederek Fianarantsoa’ya vardık.
Akşam hava erken karardığı için varışta göremediğimiz güzel bir sürprizi sabah fark ettik. Muhteşem bir gölün kıyısındaydık. Doğan güneşin ışıklarıyla parıldayan suyun içinde yansıyan ağaçların görüntüleri, binlerce mor ve koyu pembe nilüfer, saz, sandaldaki balıkçılar… Fianarantsoa’yı terk ettikten birkaç kilometre sonra yolda 200’den fazla büyük baştan oluşan bir ‘zebu‘ sürüsü ile karşılaştık. Onlara yol vermek için aracımızı kenara park edip gerekli hatıra fotoğraflarını çekerken, sürünün Ambalavao hörgüçlü öküz pazarında satılarak, 300 km. ötedeki Antanananrivo’ya kadar yürüyerek götürüldüğünü öğrendik. Öğlen saatlerinde Ambalavao’ya vararak Madagaskar’ın en büyük hörgüçlü öküz pazarını gezdik. Zebu, günümüzde de Madagaskar halkı için bir zenginlik ve güç sembolü olmaya devam etmekte. Evlilik, sünnet, cenaze gibi her türlü tören esnasında bu hayvanları kurban etmekteler. Adanın insan nüfusundan daha kalabalık olan ‘zebü‘ler ülkenin ekonomisinde de önemli bir rol oynamakta. Ambalavao’nun diğer özelliği ise avoha bitkisinden üretilen ve çiçeklerle süslü ilginç Antaimoro kağıtları imalâtı.
Buraya kadar bazı tarlaların yakıldığını fark etmiştik ama güneye indikçe bu durumun çoğaldığını görüyoruz. Dünyanın en fakir ülkelerinden birinde yaşayan Madaskarlılar, zebuların başlıca besin kaynağı olan otların daha fazla yeşermesi için kötü bir alışkanlık edinmiş: Anız yakmak. Ancak yanan tarlalarının yanı sıra oralarda yaşayan tüm canlıların yok olması ülkede önemli bir tabii felaket haline gelmiş.
Ertesi gün, Jürasik dönemde yağmurun ve rüzgarın şekillendirdiği, kum taşı ve sedimanter kayalardan oluşan Isalo Ulusal Parkı’nı keşfediyoruz. Lokal rehber eşliğinde, ulusal parkın en güzel yerlerinden biri olan, çok değişik endemik çiçekler bulunduğu ve adını bir lemur türünden alan Makis Kanyonu‘nda yürüyoruz. Günün en zevkli anlarından biri ise hiç şüphesiz, kaya ve yeşilliklerin ortasındaki harika bir doğal havuz olan periler şelalesinde yüzerek serinlediğimiz an oldu. Akşam ‘Isalo Penceresi‘ denilen bir kaya oyuğunun arasından gün batımını seyretmek ise ayrı bir güzellikti.
Bir sonraki etapta, Madagaskar’ın kurak güney ucuna geçiyoruz. Yaklaşık on sene önce bu bölgede safir bulunduktan sonra kurulan Ilakaka’da tam bir Vahşi Batı rüzgarı esmekte. Şehrin tek caddesinin etrafı, sıra sıra dizilmiş ve parmaklıkların arkasından alım satım yapan Taylandlı safir toptancılarının dükkanlarıyla dolu. Arkada ise safir arayıcılığını yapan insanların oturdukları, sazlardan yapılmış evlerden oluşan mantar köyler bulunmakta. Caddede birkaç yüz metre yürüdükten sonra, yolumuza devam ediyoruz.
İlerledikce, sadece adanın güney ve batı bölgelerinde bulunan ve Madagaskar’a özgü bir tür olan, uzun gövdeli ‘baobab‘ ağaçları görünmeye başlıyor. Yol üzerinde, duvarlarında Mahafaly etnik grubunun geometrik desenleri ve ölünün hayatını betimleyen sahneler ile naif totemlerin resmedildiği, süslü birkaç mezar görüyoruz. Cenaze esnasında kurban edilen zebuların boynuzlarının sayısı ölen kişinin ne kadar zengin olduğunu göstermekte. Burada, en çok haziran-eylül ayları arasında yer alan ve son derece ilginç bulduğum ‘Famadihana‘ adlı ölüler kültünden kısaca söz etmek istiyorum.
Famadihana, ölülerin bir halden başka bir hale geçmesi için, mezardan çıkarılarak yeniden gömülmesi ritüelidir. Bu geleneğin uygulanabilmesi iki durumda mümkündür. Dini inançları, yaşayanların atalarına saygı göstermesini ister. Bu durumda yaşayanlar, daima ölen atalarını düşünür. Aileden biri rüyasında mehrumun üşüdüğünü görürse sarıldığı Lambamena adlı kefenin değişmesi gerektiğine inanır. Bunun üzerine aile tören için para biriktirir ve yeterince para biriktikten sonra bir büyücünün mezarı açacağı gün ve saat saptanır. Tabii, bu olay ölümden en az iki sene sonra gerçekleşebilmekte. Ölü mezardan çıkarıldıktan sonra bir hasıra sarılıp evin içinde bekletilir ve kemikler temizlenerek yeniden gömülmeye hazırlanır. Üç gün süren tekrar gömme işlemi son derece neşeli bir şekilde büyük kutlamalar içinde gerçekleşmekte: Ayin alayı yapılır, zebu kurban edilir, ölü ile konuşulur, şarkı söylenir, müzik çalınır, rom içilir ve en sonunda yeni bir kefene sarılan ölü aile mezarına konulur. Her beş ile yedi sene arasında tekrarlanabilen tören, aileye çok pahalıya mal olur. İkinci yeniden gömme durumu ise, bir kişi uzak bir yerde vefat edip aile mezarında gömülmediği takdirde ailesinin görevi para biriktirerek birkaç sene içinde, naaşı köyüne getirmek ve yeniden gömmektir. Bu olay da aynı kutlamalar ile gerçekleşir.
Seyahatimizin sonunda, deniz kıyısında bulunan ve üzerinden Oğlak Dönencesi’nin geçtiği güneyin en büyük şehri olan Toliara’ya varıyoruz. Şehirde deniz kabukları pazarını gezdikten sonra bir kum yolu takip ederek, buradan 27 kilometre uzaklıktaki küçük bir tatil merkezine dönüştürülen balıkçı köyü Ifaty’ye gidiyoruz. Yol boyunca aloes bitkilerini, sütleğengilleri (yaprakları kalın ve suya pek ihtiyaç duymayan bitkiler) ve mangrov (tropikal yapıdaki bir iklimde, tatlı su ile deniz arasında yaşayan) ağaçlarını görüyoruz. Ifaty’nin açıklarında, Madagaskar’ın en büyük mercan resifleri bulunmakta. Ifaty’nin kıyısındaki güzel bir otelde Mozambik Kanalı’nın sıcak sularının keyfini çıkarıp bu egzotik yolculuğumuzu noktalıyoruz.
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.