İnanılmaz bir etnik zenginlik ve doğa güzelliğine sahip olan Kuzey Vietnam ve Güney Çin’i, alışılmışın dışında bir seyahat ile keşfetmek için Dünyanın Renklerine Yolculuk ile oldukça keyifli bir keşif gezisi gerçekleştirdik.
Nisan ayının ortasında 12 kişilik bir grup ile Vietnam’ın kuzeyinde yer alan Hanoi’ye uçtuk. Klasik Vietnam programlarımızda daha uzun gezilen başkente bu seyahat için sadece bir gün ayırdık. Şehrin kalbi olan ve loncaların bulunduğu eski sömürge mahallelerinin renkli ve hareketli sokakları arasında bisikletli çekçek arabalarıyla ve yürüyerek dolaştık. Meşhur Hoan Kiem Gölü ve halkın Ho Amca olarak andığı, Vietnam devriminin öncüsü Ho Chi Minh’in Mozolesi etrafında gezindik. Hanoi’yun zen atmosferine sahip restoranlarından birinde harika bir akşam yemeğinin ardından, sömürge döneminden kalan ve Hanoi İstasyonu’ndan kalkan Lao Cai yataklı gece treninin kompartımanlarına yerleşerek yolculuğumuza başladık.
Hanoi’dan 354 km uzaklıkta olan Çin sınırındaki Lao Cai’ye en rahat ulaşım şekli, bu gece treni ile mümkün. Bütün bir vagon grubumuza ayrıldı. Uykumuz gelene kadar vagonda müzik ve sohbet eşliğinde eğlenceli birkaç saat geçirdik. Daha sonra uyuma gayretine girdik ama görünen o ki bu gece iyi bir uyku pek mümkün değil. Çünkü raylar bayağı gürültülü.
Sabahın beşinde Lao Cai’ye vardık ve minibüs ile buradan bir saat mesafedeki Sapa’ya doğru yola koyulduk. Sapa; 1922 yılında, Tonkin’in Alp Dağları olarak nitelendirilen bu bölgede, uzun yaz aylarının aşırı sıcaklığından kaçmak isteyen Fransızlar tarafından bir yayla kenti olarak kurulmuş. Günümüzde ise, her ne kadar insanlar Hanoi’de ki milyonlarca motosikletin gürültü ve kirliliğinden kaçmak için buraya kaçsalar da, turistlerin bu yorucu seyahati göze alarak Sapa’ya ulaşmak istemelerinin esas nedeni dağların harika manzaraları arasında yaşayan renkli etnik grupları görmek.
Lao Cai’den bir saatlik mesafedeki Sapa’ya varınca bölgenin en güzel oteline yerleştik. Kasaba 1650 metre yükseklikte konumlanmış ve çevresinde 3143 metre ile Vietnam’ın en yüksek dağı olan Fansipan (Phan Xi Pang) bulunmakta. Dağların arasında göz alabildiğince uzanan vadiler ise çeltik teraslarıyla kaplı. Buralarda yaşayan dağ kabilelerinin başlıca gelir kaynağını; pirinç ve onun yanı sıra nakış, dokuma gibi geleneksel el sanatları oluşturuyor. Kendine özgü geleneksel giysi ve kültüre sahip olan her etnik grup farklı bir lehçe konuşuyor. Black H’mong, Flower H’mong, Black Dao, Nung, Zay, Tay, Red Dao, Giay gibi etnik grupların çoğuna Sapa, Bac Ha, Can Cau veya Coc Ly’de kurulan büyük pazarlarda rastlamak mümkün. Sakin bir hayat süren bu köyler pazar günlerinde inanılmaz bir şekilde hareketleniyor. Turizm ile bayağı gelişen ve artık büyük bir yerleşim olan Sapa’da ise bu hareketliliği her gün görmek mümkün.
Dağlardan alış verişe gelen köylüler rengarenk bir görüntü yaratıyor. Pazar yerinde, farklı etnik grupları yüz hatları, fiziksel görünüş ve giysileri ile birbirlerinden ayırmak mümkün. Örneğin Black Hmonglar bu bölgede yetişen çivit veya kenevirden elde ettikleri koyu mavi veya siyah renk giysiler giyiyor. Kadınlar ise kısa pantolon, nakışlı uzun bluz ve önlük giyerek ile bacaklarına eşarp sarar ve saçlarını türban ile bağlıyor. Erkekler; küçük siyah şapka, geniş siyah pantolon ve gömlek giyiyor. Red Dao etnik grubu ise H’mong’ardan çok farklı. Erkekler ve kadınlar başlarını tıraş edip (kadınlar kaşlarını bile tıraş eder) kırmızı bir türban takar. Gezdiğimiz köylerde ve Sapa pazarında gördüğümüz en renkli etnik grup ise rengarenk büzgülü etekleri, üstleri, önlükleri ve başlıkları ile şüphesiz Flower H’mong yani Çiçek H’mong kadınlarıydı. Köylü genç kızlar için hafta sonu süslenip pazara gitmenin başka bir önemi var; zira burada bir koca bulabilir veya sevgilisiyle buluşabilirler.
Buralarda iki gün geçirdikten sonra, Sapa bölgesini geride bırakıp Çin sınırına doğru yola çıktık. Vietnamlı gümrük polisleri, burada sınırı geçen turistleri görmeye pek alışık değiller. Çin ve Vietnam arasında doğal bir sınır çizen nehrin üzerindeki köprüyü yürüyerek geçmek gerekti. Ama neyse ki bavul taşıyan hamallar vardı. Karşı tarafta ise Çinli gümrük polisleri daha da ağır çalıştığı için Vietnam’dan çıkıp Çin‘e girebilmek yaklaşık iki saatimizi aldı. Sınır kasabası Hekou’da bir helal restoranda (bu bölgede çok sayıda Müslüman yaşamakta) öğle yemeğimizi yedikten sonra Yunnan bölgesinin başkenti Kunming’e doğru yola çıktık. Yolumuz uzun. Tropikal ağaçlardan, yemyeşil tarlalardan, geleneksel köylerden, yeni kurulmuş modern şehirlerden, hızlı trenin 1000 kilometrelik asma demir yolu köprüsünün inşaatından oluşan manzaraları geçerek akşam geç vakitte Kunming’e vardık. Bu yolculuk sırasında kapısız ve alçak duvarlı tuvaletler ile ilk defa tanıştık! Neyse ki turistik yerlerde kapılı tuvaletler de bulunuyor! Tabi kapılar kırık olmadığı sürece.
Çin’de resmi olarak sayılmış 56 etnik grup bulunuyor ve bu gruplardan Hanlar ülkenin %92 sini oluşturuyor. 56 etnik grubun yarısından fazlası Güney Çin’deki Fujian, Guangdong, Guangxi, Ghuizou ve Yunnan eyaletlerinde oturmakta. Yunnan ise 26 etnik grup ile bu 5 eyaletin en kozmopolit olanı. Zenginleşip modernleşerek çok hızlı bir değişime uğrayan Çin’in etnik grupların hayat tarzları kaçınılmaz olarak az da olsa bu değişimden etkilenmesine rağmen, ülkenin geleneksel ruhunu hala temsil etmekte. Bir Miao atasözü şöyle diyor: “Kuşlar hala yuvalarını yapıyor, balıklar hala nehirde yüzüyor ve Miaolar hala dağlarda yaşıyor”. Kunming’de fazla vakit harcamayıp, buradan Dali’ye uçtuk. Dali, 1900 metre rakımda Erhai Gölü ve Cangshan Dağları‘nın arasında bulunan verimli bir platoda bulunuyor. Çin’in en güzel Orta çağ şehirlerinden biri olduğu için birkaç senedir yerli turistler arasında büyük rağbet görüyor. Yabancı turistler ise buraları yeni yeni keşfetmeye başlamış. Şanlı bir geçmişe sahip şehrin kare şeklindeki tarihi merkezi, üç taraftan surlarla çevrilmiş. Tüm diğer eski müstahkem şehirler gibi sokaklar birbirini dik bir açıyla kesiyor.
Neredeyse modern yapı yok gibi. Sadece ahşap galeriler ile kaplı alçak taş evler görmek mümkün. Dali’de büyük çoğunlukta olan Baiların yanı sıra, Yi, Hui, Lisu, Naxi ve Tibet’liler gibi yaklaşık 20 etnik grup bulunmakta. 3000 senedir bu bölgede yaşayan Bailar tarafından kurulan Dali, VIII. yy’da güçlü Nanzhao Krallığı’nın ve sonra 938-1254 arasında Dali Krallığı’nın başkenti olur. Cengiz Han’ın torunu Kubilay Han’ın, Çin’in kuzeyinden sonra güneyinin istilası ile Dali Krallığı birçok küçük etnik gruba bölünür. Bu milli azınlıklar, 1960 yıllarında kültür devrimi sırasında oldukça eziyet görmüş. Bugünlerde ise turizmi teşvik politikasının buraya getirdiği milyonlarca Çinli turist yerli azınlıkları olumsuz etkilemekte.
Kalabalığa rağmen Dali sokaklarında gezinmek çok hoş. Dali’nin en güzel yeri ise surların dışındaki Üç Pagoda. Birçok depreme dayanan Yunnan’ın en eski yapıları olan Üç Pagoda, daha çok üç kuleye benzemekte. Ortadaki 16 katlı ve 69 metre ile en yüksek olanı, IX. yy’da Nanzhao Krallığı zamanında inşa edildi. 10 katlı ve 42 metre yükseklikteki diğer iki kule ise, Dali Krallığı’ndan kalma. Yiler den sonra, Yunnan’ın ikinci büyük etnik grubu olan Baiları daha yakından tanıyabilmek için Daliden 5 kilometre uzaklıkta bulunan Xizhou Kasabası‘na gittik. Burada geleneksel kıyafetleri ile pazara gelen Baiları bol bol görebiliyorsunuz. Bai kelimesi Çince “beyaz” yani “beyaz etnik grup” anlamına gelmekte. Kadınlar beyaz tunik üzerine renkli bir bolero giyiyor, saçlarını da örerek başlarına sarıyor.
Nanzhao Krallığı‘nın eski başkenti Xizhou Kasabası‘nda duvar resimli birkaç eski ev ve bina korunabilmiş. Halk bu geleneği eskisi gibi sürdürüp yeni evlerinin duvarlarını da aynı şekilde süslüyor. Ülkenin en büyük göllerinden biri olan Erhai Gölü’nde bir tekne gezisi yaptık. Geleneksel balık avı ile bilinen Erhai Gölü’ndeki balıkçılar ilginç bir yöntem kullanıyor; evcilleştirilmiş karabatak kuşları yardımıyla balık avlıyorlar. Yetiştirdikleri bir sürü karabatak, sandallarının kenarına konarak balıkçılar ile birlikte balığa çıkıyor ve suya dalarak balık tutuyor. Yakaladıkları balıkları boğazlarına geçirilen halkadan dolayı yutamayan kuşlar avlarını balıkçıya getiriyor ve balıkçının uzattığı uzun sopanın ucuna konarak gagalarındaki balığı balıkçının çıkarmasına fırsat tanıyor. Sonra kuş bir kez daha suya atlayarak avlanmaya başlıyor… Kuşlar avın sonunda çok çalışmış fakat aç kalmış olarak balıkçı ile geri dönüp, yetiştirildikleri yerde beslenerek ödüllendiriliyor.
Dali’den sonra 3 saat mesafedeki Shaxi Köyü‘ne vardık. Bir aile, geleneksel evlerinin bir odasında öğle yemeği için bizi ağırladı. Ev yemeklerinin hepsi birbirinden lezzetli. Bu değişik ve sempatik ortamdaki yemeğin ardından bütün köyü dolaştık. Sakin sokaklardaki zarif mimarisiyle eski evleri, yapıları ve insanları görünce, Doğu Çin ve Tibet arasında uzanan eski ticaret yolunun üzerindeki bu köye hayran kaldık. Akşam Yunnan bölgesinin kuzey batısında, Tibet’e yakın bir platoda bulunan Lijiang’a vardık. Doğası ve tarihi ile yerli ve yabancı turistin ilgi odağı olan Lijiang’ın tarihi merkezinde bulunan otele dönüştürülmüş eski bir Naxi yüksek memurun evine konaklamak üzere yerleştik.
Lijiang’ın nüfusunun %50 den fazlasını oluşturan Tibet orijinli Naxi etnik grubu çok zengin bir gelenek ve kültüre sahip. XII. yy’da küçük su kanalları etrafında kurulan şehrin iki katlı ve oldukça geniş tarihi evleri bir veya birkaç iç avluya sahip. 1996 yıllındaki depremde tahrip olan ve hemen ardından restorasyon altına alınan şehir UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edilmiş. Fakat şehrin üne kavuşmasının bedeli ağır olmuş. Turizm patlaması ile Naxi halkının büyük bir kısmı Çin’in her tarafından gelen girişimcilere evlerini yüksek fiyatlarla satarak şehri terk etmişler. Restore edilen evler otel, restoran ve dükkanlara dönüştürülmüş. Burayı terk etmeyenler ise evlerini “guesthouse” olarak kullanıyorlar. Bu yüzden tarihi şehirde gezdiğiniz zaman yüzlerce turistik dükkanla karşılaşıyorsunuz. Fakat buna rağmen Lijiang olağanüstü bir çekiciliğe sahip. Hele akşamüstü gün batımını seyretmek için Arslan Tepesi‘ne çıktığınızda önünüzde müthiş bir manzara oluyor. Bir yanda ayaklarınızın altındaki tarihi şehrin inanılmaz güzellikteki çatıları ve daracık sokaklarından yansıyan ışıkları, diğer yanda ise Lijiang’ı çevrileyen 5596 metre ile Jade Dragon yani Yeşim Ejderha Dağı… Gündüz veya gece fark etmeksizin inanılmaz bir hareketli hayatı sahip olan bu şehri mutlaka görmek lazım. Tarihi şehrin hemen kuzeyinde, Lijiang’ın sembolü haline gelmiş Siyah Ejderha Gölü bulunmakta. Arka plandaki dağlar ve gölün ortasındaki pagoda ile kemerli köprü burada görülmeye ve ölümsüzleştirilmeye değen en güzel karelerden biri…
Tepeleri karla kaplı yemyeşil Jade Dragon Dağı’nı gezebilmek için önce teleferik ile sonrada elektrikli arabalarla ‘Yak Meadow’ platosuna kadar tırmandık. Sit alanın girişi son derece ilginç. Burayı ziyaret eden Çinliler, önce girişte bulunan Budist rahiplerinden satın aldıkları minik bayrakları ağaçlara asıyor. Sonrada at ve yakların serbertçe dolaştığı büyük otlağın etrafını dolaşıyorlar. Eşsiz manzaralar karşısında bu yürüyüş çok keyifli. Daha sonra Lijiang’ın yakınlarındaki Naxi halkının yaşadığı Yuku Köyü‘nü gezdik. Taş evleri ile bilinen bu köyde Joseph Rock adlı Amerikalı bir coğrafyacının evini de ziyaret ettik. 1913’te buraya yerleşen Dr. Rock, Tibet göçebeleri kökenli Naxi’leri “Güneybatı Çin’in eski Naxi Krallığı” adlı kitabı ile ilk defa dünyaya tanıttı. 1940 yıllarında burayı terk eden Dr. Rock’ın güzel fotoğrafları, bu dağlara duyduğu büyük tutkusunun mirası olarak kaldı.
Lijiang’dan ayrıldıktan sonra yol, Yunnan’ın en kuzey noktası olan Deqin bölgesine doğru ilerlerken Tibet dağlarında doğan Jinsha Jiang Nehri’ni takip etmekte. Henüz çok geniş olmayan nehir dünyanın en derin kanyonlarından biri olan Tiger Leaping geçidinden akarak yüce Yangtse adını alır ve dolambaçlar oluşturarak ilerler. Genişliği 30 metreyi aşmayan Tiger Leaping geçidinin dibine kadar merdiven kullanarak inebilmek mümkün. İnmek kolay fakat bu yükseklikten geri çıkmak yorucu. Yorulmak istemeyen kişileri tahterevalli ile taşıyan hamallar da bulunuyor. Kaplan sıçraması anlamına gelen Tiger Leaping adı rivayete göre kovalanan bir kaplanın öbür kıyıya kaçmak için yaptığı büyük sıçrayıştan gelmekte.
Buradan sonra, Tibet dilinde ‘kalpteki güneş ve ay’ anlamına gelen ve deniz seviyesinden 3300 metre yükseklikte bulunan Deqin Tibet Özerk Bölgesi’nin efsanevi kenti Shangri-La’ya ulaştık. Shangri-La’da Tibetlilerin yanı sıra Bai, Naxi, Lisu ve Hui etnik gruplarına da rastlamak mümkün. Asıl ismi Zhongdian olan ve yakın bir tarihte turizme açılan Shangri-La, hem macera severler hem değişik kültür meraklıları için keyifle gezilecek bir bölge. Daha önce söz ettiğim Dr. Rock’ın yazıları, Amerikalı yazar James Hilton’a ilham vermiş ve Shangri-La, yazarın 1933’te yazdığı “Kayıp Ufuklar” romanında tasvir ettiği yeryüzü cennetine adını vermiş. Burada yaşayan halkın, normalden daha uzun hatta ölümsüz olduğu söylenir. Modern şehir ne kadar ruhsuzsa olsa da, restore edilen Shangri-La’nın küçük tarihi merkezi de o kadar çekici. Dar, parke taşlı sokakların geleneksel tahta evleri çok sayıda sanat ve zanaat dükkanı, küçük lokanta, cafe ve pub arındırmakta. Tarihi merkez üç şirin meydana sahip.
Tapınak ve pagoda ile çevrili olan büyük meydanda toplanan geleneksel kıyafetli yaşlı, genç kadınlardan ve erkeklerden oluşan yerli halk, akşam üzeri burada topluca dans ederek hoş bir görüntü sergilemekte. İlkbahar olmasına rağmen şehir yüksek rakımda bulunduğu için gündüzleri çok soğuk olmayan hava geceleri buz kesiyor. Zaten ertesi sabah Pu Dacuo Milli Parkı’nda bulunan ve üç tarafı dağlar ile çevrili olan 3540 metre yükseklikteki Bita Hai Gölü‘nde keyifli bir tekne gezisi yaparken, dönüş yolunda küçük bir kar fırtınasına bile yakalandık!
Bu enlemde ve yükseklikte havalar son derece değişken. Öğleden sonra, Shangri-La’ya dönerek 1679 yılında V. Dalai Lama tarafından Yunnan bölgesinin ilk Tibet Budizmi manastırı olarak inşa edilen Songzanglin Manastırı’nı ziyaret ettik. 800 keşişin yaşadığı bu görkemli manastır, 5 katlı olarak inşa edilmiş. Ana pagodada bir lamanın dua ederek ziyaretçileri kutsaması çok ilginçti. Manastırın içindeki duvar resimleri ve ağaç oymaları tam birer sanat eseri. Manastır gezisinin ardından çok hoşumuza giden tarihi şehir merkezinin son kez keyfini çıkardık. Sapa ve Yunnan’a yaptığımız gezi burada noktalandı.
Tropikal dağlık bölgelerden yola çıkarak soğuk Tibet’in eşiğine kadar trenle, uçakla ve arabayla yüzlerce kilometre kat ederek, birbirinden farklı ve güzel manzaralar eşliğinde, değişik iklimler yaşayarak, o sıra dışı bölgelerin ve insanlarının kültürleri ile tanıştık. 2012’de, biraz daha zengin bir programla bu geziyi tekrarlayacağız.
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.