Güney Amerika

EMPERYALİZME KARŞI YARATILAN DEVRİM: KÜBA’DA 1 MAYIS

Küba denince insanın aklına ilk olarak, Karayipler’de bir ada, sıcak bir deniz, güneş, müzik ve salsa gelir. Bu ayrıntılar elbette doğru fakat bütün bunların yanı sıra çok önemli bir şey daha var; o da adanın tarihi ve bu tarihe son damgasını vuran Fidel Castro’nun eseri “revolucion” yani emperyalizme karşı yarattığı devrim.

Barak Obama iktidara geldiğinde diyalog kurmaya açık olduğunu söylemesine rağmen hala yıllardır devam eden Amerikan ambargosu ile yaşamakta olan Küba’nın, nasıl “revolucion” kimliğini sürdürebildiği hep merakımı uyandırmıştı. Bunu anlamanın en iyi yolu, 1 Mayıs kutlamaları döneminde Küba’ya gitmek oldu. Bir süredir düzenlediğimiz bu özel Küba seyahatine, çok geç olmadan katılmaya karar verdim. Geç olmadan dememin nedeni yaşlı ve çok hasta olan Fidel Castro ölmeden önce mutlaka Küba’ya gitmeyi düşünmemden kaynaklanıyor, çünkü o, hâlâ yaşayan bir efsane ve ölümünden sonra ülkenin kaçınılmaz bir değişime uğrayacağı kesin.

Nisan ayının son günlerinde, her zamanki gibi, küçük bir grupla Havana’ya uçtuk. Herkes heyecanlı; Dünyada eşi benzeri bulunmayan bu kutlamalar nasıl geçecek acaba? Küba’nın sıcak ve nemli iklimine alışabilmek için kutlamalardan bir gün önce, adanın batısında harika manzaraları ile UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Vinales’ e yorucu olmayan bir gezi yaptık.

Havalar bayağı sıcak ve susuzluğunuzu gidermek için otobüste tabi ki su var, fakat her durduğunuz yerde karşınıza bir “pina colada” (taze ananas suyu ve rom) satıcısı çıkıyor ve tabi ki bu fırsatı kaçırmıyorsunuz. Tek kelime ile nefis bir şey! Alkollü yüksek olmadığı için rahat içiliyor. Seyahat boyunca, akşamüstü veya akşam yemeklerinde ise “mojito” (yeşil limon suyu, şeker, rom, nane ve maden suyu), Cuba Libre (Rom ve kola) veya Daiquiri (yeşil limon suyu, şeker ve rom) içmeyi tercih edebilirsiniz. Saat farkına ve uykusuzluğa karşı deva!

1 Mayıs sabahı, erken uyanmak gerekiyor. Sabah 05:00’e doğru sokaklarda müthiş bir hareketlilik var. Parke Central Meydanı ile Paseo Marti Caddesi’ne bakan otelimizin penceresinden dışarı baktığımızda, büyük bir hayretle bu saatte toplanan kalabalık insan grupları gördük. Büyük yürüyüşe çıkmadan önce bazı sendikalar ve öğrenci grupları buralarda toplanarak son hazırlıklarını yapıyor. Bu büyük yürüyüşün hedef noktası ise Jose marti Plaza de la Revolucion Meydanı. O meydanda seneler boyunca Küba halkına seslenen  Fidel Castro, meşhur “hasta la victoria siempre(zafere kadar daima), “venceremos” (kazanıcağız), “patria o muerte” (vatan ya da ölüm) sloganlarıyla süslediği konuşmalarını burada yapmıştı. Fakat artık sağlık sorunlarından dolayı onu bu kutlamalarda görebilmek mümkün değil. Yerine, Temmuz 2006’da hastalanan kardeşi Fidel’den iktidarı devralan ve Şubat 2008’de Küba Cumhurbaşkanı olan Raul Castro’yu görüyorsunuz. Şehrin her tarafından akın eden ve yüz binlerce kişiden oluşan kalabalığın, saat 08:00’de yapılan konuşma için aynı anda meydana ulaşabilmesi imkansız.

Bu yüzden meydana giden ana caddelerde hoparlörler yerleştirilmiş. Havana’nın meşhur sahil yolu olan Malecon’dan Paseo Caddesi’ne kadar aracımızla ulaşıp saat 07:00 sularında yürüyüşe başladık. Burada da çok sayıda değişik işçi ve öğrenci grubu yürüyüşe hazırlanıyordu. Hastane çalışanları, askeri okul öğrencileri, üniversite öğrencileri, taksiciler ve sayısız iş kolu işçi sendikalarının yanı sıra Venezuela ve Arjantin gibi Güney Amerika ülkelerinden gelen devrimci öğrenciler ve bizim gibi bazı meraklı turistler… Herkes kendi iş veya okul üniformasını veya kırmızı tişört giymiş. Etrafımız “viva la revolucion” (yaşasın devrim) ve benzeri sloganlar atan insanlarla dolu. Çevremizde, yürüyüşe katılabilmek için geceyi sokaklarda geçirip yorgun düşerek yerlere uzanmış, dinlenen pek çok genç gördük. Ve bir anda kalabalık harekete geçip Jose Marti Revolucion Meydanı’na doğru büyük yürüyüşe başladı. Bu güzel ve ilginç olayı en iyi şekilde fotoğraflayabilmek için alttan, üstten, caddenin kenarından ve ortasından sürekli fotoğraf çekmeye çalıştık. Caddenin ortasında pek duramıyorsunuz çünkü her sokaktan çıkan yeni grup ile büyüyen kalabalık ilerleyip sizi sürüklüyor.

Burada kutlanan 1 Mayıs bizim alıştıklarımızdan biraz farklı, tam bir bayram günü: Herkes neşe içinde bir gösteri yapmakta ve çevrenizde tek bir üniforma veya silah görmüyorsunuz. Bu olağanüstü yürüyüş hafızlarımızda hep kalacak: renkli görüntüler, sesler, kalabalığın coşkusu, neşesi… Bir ara Türkiye’den gelen bir işçi sendikası delegasyonu bile gördük. Revolucion Meydanı’na yaklaşınca birden kocaman bir Türk bayrağı fark ettik. Bir kişi, tek başına o büyük bayrakla yürüyordu. Merak edip yaklaştık: bayrağı taşıyan, birkaç sene bir Türk şirketinde çalışmış Türkiye dostu genç bir Kübalıydı ve her sene yürüyüşe Türk bayrağı ile katılırmış. Büyük yürüyüş, meydanı geçer geçmez bitiyor ve kalabalık dağılmaya başlıyor. Her ne kadar gösteriler burada bitse de, belediyeler tarafından düzenlenen törenler ve değişik etkinlikler ülke çapında birkaç gün sürüyor. Adayı boydan boya kat edeceğimiz 9 günlük seyahat süresince hemen hemen her kasabada konserlere, panayırlara tanık olduk.

Havana’da görkemli sömürge dönemi yapıları ile UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan “Habana Vieja” adlı, tarihi Havana’nın daracık sokaklarını keşfettik. Yıllardır bakımsızlıktan ve rutubetten yıpranan pek çok bina artık yavaş yavaş tamir edilmekte. Fakat bu mahallelerdeki insanların renkli yaşam tarzı ve kendi hallerine bırakılmış bu binaların Havana’ya kattığı özel atmosfer de bu süreçte kaybolacak. Bazıları hala pırıl pırıl olan rengarenk eski Amerikan arabalarını da bu tabloya katarsanız Havana Vieja inanılmaz derecede çekici bir hal alıyor.

Habana Vieja’nın ana yolu olan fakat sadece yayalara açık Obispo Sokağı, canlı müzik yapılan pek çok bar ve butik otele dönüştürülmüş tarihi otellere ev sahipliği yapmakta. Onlardan biri de “Ambos Mundos”; Hernest Hemingway, Havana’da geçirdiği ilk yıllarında bu otelde konaklamış. Otel lobisinin sağ tarafındaki duvarlar, yazarın pek çok resmi ile kaplı. Birkaç sene kaldığı odası ise ziyarete açık. Bu otelin terasından Havana’yı seyretmek ise bir başka güzellik. Sokakta Hemingway’in meşhur ettiği başka bir mekanı ise “Floridita” bar ve lokantası. İçeriye girer girmez yazarın bara dayanmış heykeli sizi karşılıyor. Burada, canlı müzik yapan orkestranın eşliğinde, hakikaten çok güzel hazırlanmış, Hemingway’in favori içkisi olan “Daiquiri” yi yudumlamak lazım.

Ernest Hemingway ile ilgili bir başka önemli bir yer ise müze-ev olan “Finca Vigia”. Havana’dan 15 km uzaklıkta bulunuyor. “Yaşlı Adam ve Deniz” gibi ölümsüz eserlerini yazdığı evde mobilyalar, kitaplar, Afrika’da ki safarilerden gelen duvarlarda asılı duran trofeler ve yazarın özel eşyaları hiç dokunulmamış gibi durmakta. Evin düzenini bozmamak için içeriyi ancak açık pencerelerden ve kapılardan görebiliyorsunuz.

Havana’da, Kübalıların bağımsızlıklarına kavuşmak için gösterdikleri çabaların tarihini ve XX. yüzyıldaki ihtilal’in gelişimini anlatan İhtilal Müze’sini de gezdik. Çok kapsamlı olan bu müzenin önünde, Fidel Castro’nun, aralarında Che Guevara’nın da bulunduğu 81 ihtilalci ile birlikte Küba’nın güneydoğu kıyısına çıkartma yaptığı Granma adlı tekne sergilenmekte.

Havana’dan sonra, adanın öbür ucundaki Santiago de Küba’ya doğru yola koyulduk ve Zapata Yarımadası’nda, yerli Tainos Kızılderililerin kültürünü tanımak için Guama Adası’ndaki bir köyü gezdik. Rivayete göre yerlilerin İspanyolların ellerine düşmektense altınlarını buradaki göle atmayı tercih ettikleri için göl Laguna del Tesoro (Hazine Gölü) ismini almış. Bu güzel doğanın ortasındaki adaya hızlı botla yaptığımız yolculuk son derece keyifliydi. Adadaki büyük kulübelerden oluşan köy, kazıklar üstünde yeniden canlandırarak bir etnografik müzeye dönüştürülmüş. Daha sonra, “Domuzlar Körfezi” anlamına gelen Bahia de Cochinos’daki Playa Giron Müzesi’ni ziyaret ettik. Müze, ABD’nin desteklediği ve başarısızlıkla sonuçlanan 1961’deki Fidel Castro karşıtı Domuzlar Körfezi istilasının hikayesini canlandırıyor.

Öğleden sonra, 1819’da bir Fransız tarafından kurulan liman-şehir Cienfuegos’a vardık. Havana’daki trafik bir başkente göre hafif. Havana dışında ana yollar neredeyse boş. Cienfuegos’da ise hiç trafik yok. Sokaklar dolmuş görevini yapan at arabalarına kalmış. Bambaşka bir dünyadayız sanki. Akşam saatlerinde sokaklarda yaptığımız gezintilerde, evlerin kapılarının çoğunun açık olduğunu fark ediyoruz. evlerin önüne dizilmiş sandalyelere oturup sohbet eden insanlar da var, pencere parmaklılarının arkasında uyuya kalmış olanlar da. Son derece rahatlar, hatta kimi bizi evine davet ediyor. Bu sokak gezintilerinde, XIX. yüzyılda ızgara planlı bir şekilde inşa edilen şehrin en güzel yapılarını keşfettik. Pek çok mimari stili bir araya getiren Valle Sarayı, Parque Marti’nin etrafında yer alan Purisima Concepcion Katedrali, Palacio Ferrer Sarayı, meşhur Tenor Caruso’nun konser verdiği Thomas Terry Tiyatrosu

Ertesi gün Küba halk devriminin önemli bir şehri olan Santa Clara’ya vardık. 30 Aralık 1958’de, Che Guevara ve az sayıda devrimci Santiago de Cuba’ya giden silah ve asker dolu zırhlı treni burada pusuya düşürerek ele geçirmiş. Bu treni bugün bir müzeye dönüştürmüşler. Buradaki ikinci önemli yer ise Che Guevara’nın Mozolesi ve Anıtı. Devrimci görüşleri ile tanınan genç bir Arjantinli doktor olan Che Guevara, Meksika’da Fidel Castro ile tanışıp “Granma” gemisi ile yapılan Küba çıkartmasına katılır. Sıra dışı savaş ve yönetim yeteneklerine sahip olan Che, devrime çok önemli bir katkı sağlar. Devrimden sonra, Fidel hükümetinde bakan olan Che Guevara 1965’te aniden, hâlâ spekülasyonlara konu olan bir şekilde Küba’dan ayrılır. Ekim 1967’de Bolivya ordusu ve CIA tarafından Bolivya dağlarında öldürülür. Ölümün 30.cu yıl dönümü için 1997’de naaşı Küba’ya getirilir ve Santa Clara’da defnedilir. Che’nin ayrılmadan önce Küba halkına ve Fidel Castro’ya yazdığı mektup, anıtın üstüne yazıt olarak işlenmiş.

Santa Clara’dan sonra, adanın en iyi korunmuş kolonyal şehri ve UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan Trinidad’a geldik. 1514’te İspanyol Diego Velasquez tarafından, Karayip kıyısına yakın kurulan Trinidad, gönenç dönemi olan XVIII. ve XIX. yüzyılları arasında zenginleşen şeker üreticileri sayesinde gelişerek güzelleşmiş. Şeker üreticilerinin plantasyonları Trinidad’ın çevresindeki ve yine bir Dünya Mirası olan Los Ingenios (Şeker Değirmenleri) Vadisi’nde bulunmakta. Bu dönemde tütün ve şeker kamışı tarlalarında çalıştırılmak üzere Afrika’dan binlerce köle getirilmiş.

Böylece XVIII. yüzyılın ikinci yarısında en zengin İspanyol sömürgesi olan Küba’nın adı lüksün simgesi haline gelmiş. Trinidad’da bulunan, bu dönemin lüksünü yansıtan ve bugün müzeye dönüştürülmüş soylu ailelerinin evlerini mutlaka gezmek lazım. Evlerin cıvıl cıvıl renkleri, hediyelik eşya satan küçük dükkanlar, atölyeler, sokak müzisyenleri ile dolu olan şehrin sokaklarında gezinmek ayrı bir keyif veriyor. Gecelediğimiz Trinidad’ın yakınlarındaki otelde, denize girme fırsatını da kaçırmadık. Karayip Denizi’nin açık turkuaz rengi suları çok sıcak fakat bir o kadar da tuzlu.

Trinidad’a vardığımız gece, müzik etkinliklerinin kaçınılmaz uğrak yeri Casa de la Cultura’ya gidip, mojitomuzu yudumlarken, açık havada canlı müzik eşliğinde salsa yapmaya gelen çiftleri seyredip, müthiş keyifli bir akşam geçirdik.

Ertesi gün, Los Ingenios Vadisi’nden geçerek Sancti Spiritus (Kutsal Ruhlar) Kasabası‘nda bir mola verdik. Şehrin ortasındaki kilisenin maviye boyanmış dış duvarları ilgimizi çekti ve içeri girdik. Burada, kısa kollu gömlekli ve birkaç lisanı biraz konuşabilen peder, bizimle sohbete koyulmak için hiç vakit kaybetmedi. Bizlerden ve gösterdiğimiz ilgiden çok memnun oldu; hatta bu memnuniyetini kilisenin içinde gruptan biriyle dans ederek ifade etti!

Akşam, Küba’nın üçüncü büyük şehri olan Camaguey’e vardık. İlk bakışta bu şehir çok çekici gelmiyor. Yorgun olduğumuz için gece otelden çıkmak istemedik. Akşamın bir saatinde, otelin bir köşesinden müzik sesleri gelmeye başladı. Meğerse otelin havuzunda bir şov varmış: Su balesi ve dans gösterisi yapan yerli bir topluluk bir saat boyunca mükemmel bir performans sergiledi. Bu kadar kaliteli bir gösteriyi hiç beklemiyorduk. Programlanmamış güzel bir akşam oldu.

Ertesi sabah, bir zamanlar korsanlardan korunmak için bir labirent gibi tasarlanan dar sokakları ile UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan tarihi şehri geziyoruz. Camaguey Küba’nın ilk bağımsızlık savaşı kahramanı olan Ignacio Agramonte’nin doğum yeri. Ana meydan olan Plaza Mayor’da bir törene rastladık: 1 Mayıs kutlamalarından dolayı belediyenin önemli unsurları anıta çelenk bırakmak için burada toplanmış. Öğrenci bir genç bir kız, kol hareketleri yardımıyla son derece iddialı bir şekilde şiir okuyordu. Birkaç kere “revolucion” kelimesi geçti ve sonunda büyük bir alkış aldı. Öğle saatlerinde 1868’de Küba istiklal marşını yazan Carlos Cespedes’in doğum yeri olan Bayamo’ya vardık. Kasabanın ana meydanında, günün bu saatinde doruğa tırmanmakta olan bir konser vardı. Avaz avaz bağıran canlı müzik eşliğinde neşeli bir kalabalık dans edip eğleniyordu. Sanki bütün kasaba bu panayırda toplanmış; yaşlılar, gençler, orta yaşlılar, sevgililer, anneler ve bebekleri, saçlarında bigudilerle dolaşan kadınlar, sokak köpekleri…

Son etapta, Havana’dan sonra yaklaşık 1000 kilometre kat ederek, adanın güneydoğu ucundaki Santiago de Cuba’ya vardık. Ülkenin ikinci büyük şehri olan Santiago de Cuba Afrika, İspanya, Fransa ve Asya kökenli halkı ile Afro-Karayip kültürünün en belirgin olduğu yer. Şehir, 1514’te Diego Velasquez tarafından kurulmuş ve 1522’de İspanya kralı tarafından başkent unvanı verilmesine rağmen hükümet daha stratejik bir yer olan Havana’ya taşınmış. Altından ziyade bakır madeni zengini olan “Oriente” bölgesi iş gücünün kaynağı olan zenci köle ticaretinin köprü başı haline gelmiş. XVII. yüzyılda hayvancılık yapmak ve şeker kamışı yetiştirmek üzere daha fazla İspanyol sömürgecinin gelişi ile köleler çoğalmış. O dönemde İngilizler ve korsanlar Karayip bölgesindeki İspanyol hegemonyasına karşı düzenli olarak Santiago de Cuba’ya saldırılar düzenlemiş.

XVIII. yüzyılın sonunda Haiti’deki köle ayaklanmasından kaçan zengin Fransız toprak ağalarının getirdikleri gelenekler ve kendilerine özgü tarım teknikleri ile şeker kamışı, tütün ve kahve yetiştirmeyi geliştirip, Santiago’dan Trinidad’a kadar uzanan bölgenin ekonomisini canlandırmış. Fakat Oriente ve Granma eyaletleri (Granma bölgesi adını 2 Aralık 1956’da Fidel Castro’nun ve arkadaşlarının Sierra Maestra’ya çıkartma yaptıkları Granma adlı meşhur yattan alır.) Küba tarihinin en önemli iki şahsiyeti olan, vatanın babası olarak nitelendirilen Carlos Manuel de Cespedes ve ulusal kahraman Jose Marti’nin başlatığı bağımsızlık mücadelesinde, kölelere özgürlük ve evrensel oy hakkı için 1868-1878 ile 1895-1898 yılları arasında çatışmalara sahne olmuş. Daha sonra da 1956’dan 1959’a kadar süren ve Castro kardeşlerin birlikte sürdürdükleri gerilla savaşı…

Santiago’nun kıyıları aynı zamanda ABD’nin İspanyol donanmasına karşı zafer kazandığı yerdir. 1953’teki Moncada Kışlası saldırısının başarısızlığına rağmen Fidel Castro üç sene sonra Sierra Maestra’nın kalbini gerillanın üssü yapar. Burada, duvarlarında saldırının kurşun izlerini taşıyan eski Moncada Kışlası’nı mutlaka gezmek gerekir. 1959’da diktatör Batista’nın kaçışından sonra okula ve daha sonra müzeye dönüştürülen bu eski kışlada, Küba devrimi resimler ve belgelerle çok iyi anlatmakta: Genç Fidel Castro’nun tutuklanması, Meksika’ya kaçışı ve kardeşi Raul ile sürgün yılları, Che Guevara ile tanışması, Granma yatı ile çıkartma, partizanları ile Havana’ya kadar ilerlemesi, Batista’ya karşı zaferi…

Devrimin beşiği Santiago de CubaRebelde ayer, hospitalaria hoy, heroica siempre” yani “Dün isyacı, bugün misafirperver, daima kahraman” olan sloganını büyük bir gururla taşımakta.

Şehrin tarihi merkezinin yanı sıra görkemli mezar taşları ile Santa Ifigenia Mezarlığı‘nı da gezmeyi ihmal etmedik. Burada Küba tarihinin en soylu aileleri ve Jose Marti, Antonio Maceo, Carlos Manuel Cespedes, Frank Pais, Fidel castro ile birlikte Moncada saldırısında yer alanlar gibi, bağımsızlığın ve devrimin en ünlü şahıslarının mezarları bulunmakta. Bu mezarlıkta da Küba’nın dünyaca ünlü grubu “Buena Vista Social Club”ün üyesi puro tutkunu Compay Segundo’da yatmakta. Purodan söz edince, bir puro fabrikasını da ziyaret etmeden Santiago’dan ayrılmadık. Fabrika bir devlet kurumu olduğu için fotoğraf çekmek ne yazık ki yasak fakat çok ilginçti.

Küba’nın ve belki de Karayipler’in en ünlü karnavalına ev sahipliğini yapan Santiago de Cuba adeta müziğin ritminde yaşayan bir şehir. Temmuz ayının sonunda yer alan karnavalın XVI. yüzyıldan itibaren gelen tarihini anlatan Museo del Karnavalı‘nı gezdik. Müzenin hemen karşısındaki Casa de la Trova’da Küba popüler müziğinin en güzel örneklerini dinlemek mümkün.

Fakat tercihimiz her akşam değişik ve otantik toplulukların müzik yaptığı Casa de las Tradiciones; olağanüstü bir performans sergileyen müzisyenleri ve buraya müzik dinleyip dans etmek için gelen yerli ve yabancı salsa tutkunları ile bu küçücük mekanın atmosferi inanılmaz.
Tüm dünyaya yansıyan devrimci ideolojisinden, harika müziğinden, baş döndürücü salsa dansından ve karma kimliğinden gurur duyan Küba’daki gezimizi burada noktaladık.

Bu seyahatte, geçmişinde ve günümüzdeki yaşadığı zorluklara rağmen bir renk cümbüşü oluşturan bu ada halkının yaşama sevincini içinizde hissetmemek mümkün değil.

Leave a Comment