Birbirini izleyen kültür ve uygarlıklar; tarihin en eski yerleşimleri, eski Yunan, Roma, Nebati şehirleri, kutsal şehirler, haçlı kaleleri; Bizanslılar, Emeviler Abbasiler ve Memluklardan günümüze kalan kentler ve bütün bunların yanı sıra Osmanlı dönemine tanıklık eden pek çok eserle, Suriye ve Ürdün’de harikulade izler bırakmışlardır.
Gezgin, M.Ö. IV. yüzyıldan beri üzerinden parfümler, baharatlar ve kokulu tütsüler taşınmış kervan yollarını aşarak; Palmira, Bosra, Petra gibi kumdan ya da kayalardan doğmuş görkemli kentlerden geçer.
Suriye’ye, Hatay-Reyhanlı’daki Cilvegözü sınır kapısından girmek, tarih ve zaman içinde kronolojik bir yolculuk yapmanızı sağlar ve böylece Qalaat Samaan’da bulunan olağanüstü güzelliktekiAziz Simeon Bazilikası’nı gezip görebilirsiniz. Efsaneye göre Aziz Simeon, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında burada, ömrünün tam kırk yılını, bir sütunun üzerinde, aşağıya hiç inmeden, oturarak geçirmiş.
Yol sizi, buradan otuz kilometre ilerideki, Suriye’nin ikinci büyük kenti olan Halep’e şaşırtıcı güzel banliyösünden geçerek ulaştırır. Mimari bir arayışın kanıtı olan aşıboyası renkli taşlardan yapılmış özgün tarzdaki modern binaların güzelliğine imrenmemek elde değil.
Değişik kökenden insanların birlikte yaşadıkları Halep, M.Ö. 1780 yılından itibaren yerel bir krallığın başkenti olarak, günümüze kadar yaşayan, dünyanın en eski kentlerinden biridir. Antik kentin akropolü üzerine Eyyubiler ve Memluklar, XII-XIII. yüzyılda muhteşem bir kale inşa etmişler. Kalenin hemen yakınında, dar sokaklarının uzunluğu 12 kilometreyi bulan, dükkanların loncalara göre gruplaştığı, çok canlı ve hareketli bir kapalı çarşı ve 715 yılında Emeviler tarafından yapılıp, geçirdiği ağır bir yangından sonra, 1169 tarihinde, ilk planına uygun olarak yeniden inşa edilen Ulu Camii bulunmaktadır.
Kentin Hıristiyan mahallesi kiliseleri, zengin evleri, müzeleri ve restoranlarıyla güzel bir gezinti alanıdır. Arkeoloji müzesinde geçirilecek zaman ise Suriye tarihi boyunca yapılacak bir gezi demektir ve özellikle ülkenin kuzeyindeki uygarlığın beşiği sayılan Tell Halaf, Ugariti (Arap, İbrani, Yunan ve Latin alfabeleri, bu kentte yaşayan bir uygarlığın icat ettiği bir alfabeden türemiştir) Ebla, vb. sitlerde yapılan arkeolojik kazılarda çıkartılan eserler görülebilir.
Güneye doğru devam eden yol, Kral I. Seleukos’un eşinin adını verdiği, iki kilometrelik sütunlu bir antik yolu olan, pek güzel ve görkemli Apameia antik kentine ulaşılır. Daha sonra, Asi Nehri üzerinde, sulama kanallarına su aktaran dev değirmen çarkları ‘noria’ ların şehri, şirin Hama kenti gelir.
Sahil bandı ile ülkenin iç kesimindeki büyük kentler arasındaki önemli bir geçiş noktası olan, Ensariye Dağları’nın güney ucunda, Haçlılar tarafından inşa edilmiş en görkemli yapı olan ‘Krak des Chevaliers‘ Kalesi bulunmaktadır. Haçlılar bu harikulade kaleyi, doğudaki Latin bölgelerini koruma altına almak amacıyla inşa etmişdir. Krak Kalesi, Fransa kralı Aziz Louis’nin Tunus’ta ölümünden altı ay sonra Baybars’ın ordularının saldırılarına dayanamamış ve Sekizinci Haçlı seferinin sonunu getirmiştir.
Homs kentinden doğuya giden yolu takip edip ve çölü geçerek harikulade güzellikteki Palmira antik kentinin bulunduğu, Suriye’nin orta bölgelerine ulaşılır. Arapların inşa ettiği bir kalenin eteğinde bulunan Roma dönemi harabeleri, bir vahadan fışkıran bir serap gibi görünmektedir.
Suriye’nin en önemli hurma üretim merkezi olan yöre, ismini bu meyveden almıştır. Palmira’nın bir de efsane kokusu vardır; baharat ve ipek yüklü kervanlarının yanı sıra, dünyayı fethetmeyi arzu eden tutkulu Kraliçesi Zenobia’nın hikayesi…
Buradan sonra ya Fırat boyunca kuzeye çıkıp Raqqa’ya ya da güneye dönüp, önce terk edilmişlikten, 1920 yılında da İngiliz makineli tüfeklerinin mermilerinden tahribe uğrayan, Doura-Europos antik kentine gidilebilir. Ne var ki mermilerin açtığı izler sayesinde keşfedilen olağanüstü duvar resimleri bugün, Şam Ulusal Müzesi’nde sergilenmektedir. Diğer bir ören yeri de, Orta Fırat bölgesindeki Mari’dir ama buraya varmak için çöl yolu çok, gerçekten çok uzundur…
Ülkenin batısına dönüldüğünde, insanoğlunun üç bin seneden beri yaşadığı, Dünyanın en eski kenti olma konusunda Halep’le yarış halindeki başkent Şam’a varılır. İyi bir sulama sisteminden yararlanan ve hoş bir iklime sahip olan, çölün kapısındaki Şam, antik çağlardan beri çok ilgi çekmiştir. Kent, bir Arami prensliğinin merkezdeyken Davud tarafından ele geçirilmiş, daha sonra da sırasıyla Asur, Yeni-Babil ve Pers hakimiyetine girmiştir. Daha sonra helenistik şehirciliği benimseyen Şam, Roma egemenliği boyunca da gelişmesini sürdürmüştür. Jüpiter Tapınağı’nın anıtsal girişi ile Aziz Anasias’ın, Aziz Paulus’a Hıristiyanlığı kabul ettirdiği evinin üzerinde inşa edilen, şapelinin bulunduğu düz sokağın (eski Via Recta, bugün Bab Sharqui Sokağı) izleri, bu döneme ait kalıntılarıdır. O çağda kentin tüm nüfusu Hıristiyanlığı kabul etmişti ancak Şam, tarihinin altın çağını İslam ordusunun kenti fethiyle birlikte yaşamaya başladı.
Mimarisi, oranları ve süslemeleri (ana mekanın cephesini harikulade mozaikler süslemektedir) ile son derece etkileyici olan Emeviye Camii, kentin 661 yılından itibaren büyük Emevi İmparatorluğunun başkenti olduğuna tanıklık eder. Bu camii, içindeki Hazreti Hüseyin’in (Hazreti Muhammed’in damadı Hazreti Ali’nin oğlu) başının gömülü olduğu mezar ve daha sonra üzerine inşa edildiği, Vaftizci Yahya’nın başının gömülü olduğu, eski Jüpiter Tapınağı’nın üzerindeki azize ithaf edilen kiliseden dolayı, Sünnî Müslümanların haricinde, hem Hıristiyanlar hem de Şii Müslümanlar için çok önemli bir ziyaret yeridir.
Kent, Abbasilerin bölgeyi ele geçirmeleriyle birlikte, başkent Bağdat karşısında önemini kaybetti. Ne var ki Suriye ile Mısır’ı birleştiren Selahaddin Eyyubi (türbesi Emeviler Camii’nin arkasındadır) sayesinde, bu önemi yeniden kazandı. Tüm kıyı hattını işgal eden Haçlılar, bu kenti almayı hiçbir zaman başaramadılar. Selçukluları izleyen yeni bir Türk hanedanı olan Memluklar, Haçlıları bu topraklardan nihai olarak çıkartmayı başardılar. Ama 1517’de, Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Osmanlılar Memlukları tarih sahnesinden silerek imparatorluklarının sınırlarını Fas’a kadar genişletmeyi başardılar.
Süleymaniye Külliyesi de, bu dönemde, Sultanın onuruna inşa edildi. Kent ve bölge Azem Sarayı, Nassan Sarayı gibi saraylar inşa ettiren, beylerbeyleri tarafından yönetildi. Emeviler Camii‘nin tam karşısında bulunan Hamidiye Çarşısı, adını, çarşıyı iki katlı hale çıkarıp, onaran ve çatısını yenileyen Sultan II. Abdülhamid’den almıştır.
Şam’ın en ilginç kesimi kuşkusuz, surlarla çevrili olan ve oryantal atmosferini koruyan eski şehirdir. Burada birçok iç avlulu ve havuzlu tarihi binalara yerleşmiş, çok güzel yemekleri olan lokanta vardır. Suriye’de çok yaygın olan nargile kahvelerine uğrayıp demli bir çay içmeyi de ihmal etmemelisiniz. Suriye’de el sanatları çok renkli ve çeşitlidir. Eski kentin dar sokakları, neredeyse ağızlarına kadar, uygun fiyatlı hatıra eşyaları ve özellikle de kumaşlarla doludur, fakat yine de sıkı bir pazarlık etmekte fayda vardır. Hamidiye Çarşısı’ndan çıktıktan sonra, eski kentin surları dışında, kentin Osmanlı dönemi görüntüsünü görmek için, modern kentin başladığı Marjeh meydanına yönelmek gerekir. Burada, Süleymaniye’nin hemen yanında, son derece zengin koleksiyonlarıyla antik çağdan Osmanlı dönemine kadar panoramik bir tarih gezintisine imkan veren Ulusal Müze bulunmaktadır. Ve en sonunda, Şam gezisini tamamlamak için hem kent hem de yöre üzerinde mükemmel bir görüntü sunan, 1150 m. yüksekliğindeki Quassioun Dağı‘na gitmek gerekir.
Şam’ın kuzeyinde manastırları ve kiliseleriyle ünlü Saidnaya Köyü ile bir boğazın yamacına kurulu, mavi ve beyaz duvarlı evleriyle Maaloula Köyü bulunmaktadır. Maaloula’lı köylüler hala, Müslüman fethinden sonra Arapçanın yerini aldığı, İsa peygamberin ana dili olan Aramiceyi konuşmaktadırlar.
Suriye’nin güneyinde, volkanik bir röliyef sunan Druze Dağı’nın yamaçlarında, tamamen siyah bazalt taşlarla inşa edilmiş antik Bosra kenti görülebilir. Eski çağlarda Nabati Krallığı’nın kuzeydeki başkenti olan Bosra, zaman içinde öylesine güçlendi ki, Ürdün’deki Petra’nın yerini aldı. Bu krallık, M.S. 106’da Roma İmparatoru Trajan tarafından işgal edildi ve Bosra, Roma’nın Arabistan eyaletinin başkenti oldu. Devasa büyüklükteki sur duvarlarının arkasında saklanan ve Suriye’nin bir arkeoloji mücevheri olan zarif tiyatro binasını, bu surların arkasında hayal etmek hiç kolay değildir.
Şam’dan gelen ana yola dönüldüğünde, hemen yakındaki Ürdün sınırına varılır. Ürdün topraklarına girildikten sonra ilk Jerash antik kenti gelir. Bu kent, Şam ve Amman’la birlikte, greko-romen dönemde muhtelif ticari ve siyasal işbirliği yapmış olan ‘Decapolis‘ (On Şehir) şehirleri arasında yer alır. Etkileyici bir görünümü olan Hadrian Kemeri‘nden geçilerek girilen Jerash, günümüzdeki görüntüsünü Roma döneminden almıştır. Türünün tek örneği olan oval sütunlu meydanı ve iki yanı portiklerle süslü olan ana caddesi ‘Cardo Maximus‘ görülmeye değer.
Ürdün’ün kuzeyinde yer alan başkent Amman geniş caddeleri, kavşakları ve modern binalarıyla, bir Amerikan kentini andırır. Çember şeklinde planlanmış mahallelerin ortasında yer alan ve “downtown” diye adlandırdıkları şehir merkezi esasında, antik Filadelfiya’dan günümüze kalanlar yapılarla eski kenti ifade eder.
Bu bölgede, antik kentin en önemli yapısı olan Roma tiyatrosu, çarşılar, Kale Dağı’nın (Djebel-el kalaa) üzerindeki hisar ve buradaki, aralarında Ain Ghazal kazılarında bulunmuş olağanüstü güzellikteki ve bilinen en eski antropomorf heykeller (M.Ö. VIII-VI binyıllar) ile Esseniler tarafından yazılan ve Ölü Deniz’de bulunan Qumran Yazıtları‘nında olduğu eserlerin sergilendiği, küçük ama zengin arkeoloji müzesi gezilebilir.
Ürdün, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir vilayeti olmasına karşın, Suriye’ye kıyasla, bu dönemden pek de fazla etkilenmemiştir. Kentin yakınlarında bulunan Kan Zaman adlı Osmanlı köyündeki büyük bir mülk onarılarak restoranı, dükkanları ve el sanatları merkeziyle turistik bir merkeze dönüştürülmüş. Ürdün’de yaşam düzeyi Suriye’den daha yüksek ve dolayısıyla da fiyatlar da Suriye’den daha pahalıdır. Ürdün’de çok güzel el sanatları (mücevherler, işlemeler, seramikler) bulmak mümkün ama özellikle magnezyum, potasyum, kalsiyum ve diğer mineraller bakımından çok zengin olan Ölü Deniz’in çamuru ve suyundan yapılan, kozmetik ürünleridir.
Ürdün Irmağı Vadisi’nde ve deniz seviyesinin 400 metre altında olan Ölü Deniz (Lut Gölü), Amman’dan bir saat mesafededir. Burada, sudaki tuz oranı 275 gram/litre olduğu için, hiçbir batma tehlikesi olmadan yüzebilirsiniz. Kutsal kitaptaki, imansızlık ve ahlaksızlıklardan dolayı Tanrı tarafından cezalandırılarak bir afetle yıkılan Sodom, Gomorra, Admah, Zebuin ve Zoar adlı beş kent bu bölgede bulunduğu için, Ölü Deniz’in kendine özel bir dinsel geçmişi ve önemi vardır.
Ölü Deniz’e paralel olarak güneye doğru inen yol, geçmişte İbranilerin izlemiş oldukları Kral Yolu‘dur. Yol, Ürdün vadisini Kudüs’den Beytüllahim’e kadar olağanüstü güzel bir şekilde görebileceğiniz, 1000 metre yükseklikteki Nebo Dağı’ndan geçer. Musa Peygamber’in bu dağda öldüğü kabul edilir ve dağın doruğunda hatırasına bir anıt bulunur.
İlk Ortodoks Hıristiyanlar burada, daha sonra büyültülecek olan bir bazilika inşa etmişlerdir. Daha sonra zengin ve değişik mozaiklerin bulunduğu Madaba’ya gelinir. Bunların en ilginci, Aziz Jorj Kilisesi’nde bulunan ve VI. yüzyılda Orta Doğu kentlerinin planını gösteren fevkalade kayda değer bir belge niteliğindeki Kutsal Toprakların Haritası mozaiğidir.
Ölü Deniz’in en güzel görüntüsü, Makerus Kalesi’nin bulunduğu ve ulaşılması hayli güç olan Mukawer’dedir. Yahudi kral Herodes Antipas, Vaftizci Yahya Peygamber’i burada, önce hapsetmiş, sonra da gelini prenses Salome’nin baş döndürücü dansına karşılık kafasını kestirmiştir. Yol daha sonra, muhteşem mozaiklerle süslü kiliselerin bulunduğu Umm el-Rassas’dan ve Büyük Ürdün Kanyonu üzerinde nefes kesen bir manzara sergileyenWadi al-Mujib’den geçer. Daha sonra 1142 yılında Haçlıların inşa ettikleri, fethedilmesi mümkün olmayan ve çevredeki vadilere hakim olan Kerak Kalesi‘ne ulaşılır. Kale, Hattin savaşından sonra Haçlıların kaybettikleri topraklar ile Selahaddin Eyyubi’nin eline geçmiş, daha sonra da Baybars tarafından epey değişikliğe uğramıştır.
Hama – Noria Çölü’nün üzerinde, tekdüze görüntülerle, kilometrelerce yol gidildikten sonra, biranda bir virajın dönemecinde, kıpkırmızı ve delik deşik bir vadi çıkıyor karşımıza: Beyaz, kırmızı, koyu sarı ve siyah kum taşlarının rüzgar, kum ve su tarafından oyularak oluşturduğu bir jeoloji mucizesi olan, devasa ve gizemli antik Petra şehri. Tek başına bile Ürdün’e bir seyahat yapılmasına değer güzellikteki Petra’nın adı antik Grekçede kaya anlamına gelir. M.Ö. VI. yüzyılda Arap kökenli göçebe Nabatiler, bu topraklarda bir krallık kurarak Petra’yı başkentleri yapmışlar ve kentin girişini, 1200 metre uzunluğundaki, ‘siq‘ adı verilen çok dar bir boğazın arkasına saklamışlardı. Nabatiler, toprakları M.S. 106 yılında Trajan tarafından Roma İmparatorluğuna katılana kadar, bağımsızlıklarını korumayı başardı. XIII. yüzyılda terk edilen Petra, 1812’de İsviçreli kâşif araştırmacı Burckhardt tarafından bulundu.
Akabe Körfezi‘nden önceki son büyük etap, sadece deve sırtında veya arazi araçlarıyla gezilebilen, şaşırtıcı kum taşı oluşumlarının bulunduğu, Wadi Rum’dur. Osmanlılara karşı 1917 ayaklanmasında önemli bir rol oynayan albay T. E. Lawrence’in boydan boya geçtiği bu vadide, bu olayı konu alan Arabistanlı Lawrence filmin bazı sahneleri çekilmiştir.
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.