2010 senesinin ilkbaharında, bir yurt dışı seyahatinden dönerken, uçakta okuduğum bir fotoğraf mecmuasında ünlü fotoğrafçı Salgado’nun Papua Yeni Gine’de çektiği muhteşem kareleri gördüm. Bu muhteşem kareler sayesinde hemen bu ülkeye küçük bir keşif için seyahat planı oluşturmaya başladım. Tabii, her seyahat fikrinde olduğu gibi bu plandan Bayan Martine’e bahsettim ve hemen hazırlıklara başladık.
Bu keşif seyahati için ağustos ayını uygun bir zaman olarak belirledik, zira bu ayda Papua Gine’de gerçekleştirilen iki önemli festivalden biri olan Mount Hagen’deki gösterileri izleme imkanımız vardı. Tabii,ilk olarak önümüzde zor bir hazırlık süreci vardı. Her şeyden önce dünyanın öbür ucundaki bu ülkeye gidebilmek için yeterli ulaşım imkanı yoktu. Haliyle uçuşları da denk getirmek pek kolay değildi. Uçuş planlamasının ardından, ülkeye vardıktan sonra konaklamak için uygun bir otel bulabilmek de bir o kadar zordu. Burası senede sadece birkaç bin turistin misafir olduğu bir ülkeydi ve bu yüzden konaklayabilecek düzgün otel sayısı oldukça sınırlıydı. Var olan oteller de ise festival dönemlerinde yer bulabilmek için en az 1 yıl önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. Şansımız, çok ufak bir grup olmamızdı. Bu sorunları hızlıca çözüp, seyahate hazırlanmaya başladık. Ülkenin bazı yerleri güvenli olmadığı için seyahat programımızı epey dikkatli hazırlamamız gerekti.Mesela başkent Port Moresby’nin hem ilginç bir yönü olmadığı hem de tehlikeli bir yer olduğu konusunda uyarıldığımız için bu şehri programa dahi almadık. Nitekim bizden sonra, organize bir seyahatle bu şehre giden bir dostumuz bu uyarıyı ciddiye almadığı için Port Moresby’de ufak bir sıkıntı yaşamış.
Avustralya’nın kuzeyinde, Endonezya’nın ise doğusunda yer alan Papua Yeni Gine, 829 200 km² lik yüzölçümüyle, Grönland ve Avustralya’dan sonra Dünya’nın en büyük adası olarak kabul ediliyor. Ancak Ada, ortasından 820 km’lik bir sınırla ikiye bölünmüş ve batısı Endonezya’nın egemenliğinde kalırken, doğusu bugünkü özerk Papua Yeni Gine devletini oluşturmuş.
Ada coğrafi olarak doğudan batıya kadar uzanan, yer yer 100 ile 300 km genişliğe varıp, 4000 metreye kadar yükselen dağlar ve bunların kenarlarındaki ovalardan oluşmuş.Dağlar ve dik yamaçlardan dolayı, ülkenin sadece %15’inde tarım yapılabilmekte. Dağlık alanlarda 2000 metre yükseklikten sonra yerleşim bulunmamakta. 1500 metreye sahip yüksekliklerde yerleşim alanları bulunuyor. Sıra dağların arasında oluşmuş ovaların en dikkat çekeni, 1 100 km. uzunluğunda ve 150 km. ene varan, olağanüstü manzaralara ve etnik bir dokuya sahip olan Sepik gelmekte.Günümüzde dahi hala yolu olmayan ve ancak ufak uçaklarla ulaşılabilinen bu nehir ve vadi, şüphesiz dünyanın en gizli köşelerinden biri. Günümüzden 10 000 yıl önce Avustralya’dan kopan bu kara parçasının dörtte üçü yağmur ormanları ve bakir ormanlarla kaplı olduğu için, ülkenin iç kesimlerinde seyahat imkanı oldukça kısıtlı. Bu ormanlarda çok zengin bir endemik bitki örtüsü ve canlı çeşitliliğini gözlemlemek mümkün.
1930’lu yıllara kadar sadece kıyı kesimlerinde bulunan bazı yerleşim yerlerinin bilindiği bu adada, günümüzde 800’ü aşkın dil konuşulduğu saptanmış. Koloni döneminde gelişen ve İngilizce ile yerel dillerin karışımı olan Pidgin dili adalıların çoğunluğu tarafından ortak iletişim aracı olarak kullanılıyor. Ancak resmi dil İngilizce, Tok Pisin ve Motu dilleri olarak kabul edilmekte.
Uzun bir yolculuğun sonunda, Port Moresby’ ye varıyoruz ve orada fazla oyalanmadan, aynı gün, yine uçakla Goroka’ya ulaşıyoruz. Papua Yeni Gine’yi keşfetmeye Goroka’dan başlama nedenimiz, Mount Hagen Festivali‘ne katılmak olmakla birlikte, burada yaşayan ilginç Asaro Mudmen etnik grubunu da görebilmekti. Asaro Vadisi‘nde oturan bu etnik grup “Çamur Adamlar” olarak da biliniyor. Efsaneye göre, bir gün avdan dönen köyün erkekleri evlerinin düşman kabile tarafından soyulduğunu ve eşlerinin de kaçırıldığını görürler. Kadınlarını kurtarmak için düşman kabileyle savaşmak üzere derhal yola çıkarlar. Ancak gece olur ve bataklığı geçerken çamura bulanıp, silahlarını da kaybederler. Gün doğumunda bataklığın sisleri arasından bembeyaz çamurlara bulanmış olarak çıkan erkekleri gören düşmanları onlardan korkarak kaçar. Zira PNG de beyaz renk ölümün rengidir. Böylece eşlerini kurtaran Mudmenler, köylerine döner ve bu olay üzerinden ciddi bir korunma stratejisi geliştirirler: Toprak masklar takıp, vücutlarını toprağa bulayan halk, parmaklarına da pençe görünümü vermek için bambular takar. Ateş yakıp dumanların içinden yavaş hareketlerle çıkarak düşmanlarını ürkütür ve kaçırırlar. Mudmenler ilk defa 1957 senesinde 1000 civarında seyircinin bulunduğu Goroka Festivali’nde halkın önüne çıkmış, seyircilerin büyük bir bölümü korkudan kaçarak alanı terk etmiş.
Goroka’da güzel bir lodge’da kaldık. Zaten Papua Yeni Gine’de turistler için düzgün lodge’lar sayısı az olduğu için pahalı. Bunun dışında ise son derece kötü oteller ile karşılaşıyorsunuz. Ertesi sabah kara yoluyla Mount Hagen’e ulaşmak üzere otelden ayrıldık. Yolda bir Asaro köyünde durup Mudmenlerin bizim için yaptıkları son derece ilginç gösteriyi izledik. Köyün ucunda yaktıkları ateşin dumanları arasından çıkarak yavaş hareketlerle ilerleyen çamur savaşçılar etkileyici bir görüntü oluşturuyorlardı. Dört-beş saat süren ve Mount Hagen’e kadar uzanan bu renkli dağ yolculuğumuzda muhteşem manzaralar ve birkaç köy görme şansımız oldu. Tabii yolların özenle yapılan asfaltından bahsedemeyeceğimiz, çünkü nerdeyse yolun kendisi dahi yok gibiydi. Mount Hagen’de, şehrin dışında ufak bir lodge da bir gece geçirdikten sonra, ertesi sabah dokuz kişilik bir uçakla Tari’ye doğru yola çıktık. Uçakta bizden başka iki köylü ve karton kutuların içinde yolculuk eden civcivler vardı. Arka koltuğunuzda yol boyunca cikcikleyen kutular dolusu civcivle dağların arasından adeta uçarak seyahat etmek, inanın bana çok etkileyici bir deneyim.
Mount Hagen’in doğusunda bulunan Tari yakın bir zamana kadar yüksek toprakların sonu olarak kabul edilmekteymiş. Dağların tepesinde bulunan bu şehir, sadece bir kaç sokaktan ibaret. Burada, sokaklarda gezinmek pek tavsiye edilmiyor; her şeyden önce yankesiciler oldukça fazlaymış, üstelik yerli halk Huliler savaşcı bir kişiliğe sahip oldukları için ortam bir anda kızışıp birbirlerini kolayca öldürebilecek bir kavgaya tutuşabiliyormuş. Genelde sempatik ve misafirperver bir görünümleri var. Sizi birkaç gün kalmak için köylerine bile davet edebiliyorlar, tabii bu riski alıp almamak sizin kararınıza kalmış. Bölge, yakınlarında bulunan petrol ve doğal gaz kaynaklarında dolayı hızla büyük bir değişim ile karşı karşıya kalabilir. Değişimin hangi yönde olacağını da bize zaman gösterecek fakat şimdiden petrol bölgesine doğru geniş yollar inşa etmeye başlamışlar.
Huliler, kendi saçlarından oluşturdukları peruklardan dolayı Wigmen olarak da anılıyor. Zaten buraya kadar gelmemizin başlıca nedeniz Huli Wigmenleri tanımak içindi. Huliler içinde doğan bir erkek çocuk, suratında ilk tüylerin çıkmaya başlamasından itibaren şamanlar tarafından ormandaki gizli bir bölgeye götürülür ve çocuk için aylar sürecek olan bir geçiş dönemi başlar. Bu dönemde erkek çocuk hiç bir kadını görmemeli hatta kadının dokunduğu bir eşyayı dahi ellememelidir. Hatta kadınlar bu erkek çocukların dolaştığı yerlerden geçerken şarkı söyleyip, sesler çıkararak yerlerini belli ederler. Çocuklar, yine bu dönemde sadece kuru gıdalarla beslenip, sebze ve et gibi ürünlerden uzak dururlar. Fakat bu dönemde çocuk için en önemli görev kafasındaki peruğu büyütmektir. Şamanlar çocukların başlarını, bitkiler ve kutsal kabul edilen suyu ile elde edilen karışım ile yıkayarak saçlarının daha hızlı uzamasını, böylelikle daha hızlı bir şekilde peruk oluşturmasına yardımcı olurlar. Bütün bu dönemin sonunda köye yetişkin erkekliğin sembolü olan perukla dönen genç, domuzun ve tatlı patateslerin yendiği büyük bir şölenle karşılanır, en kısa zamanda da evlendirilir.
Öğleden sonra Tari’ye yakın bir köyde törenlerin tümünü, turistik bir mizansen içinde izleme imkanı bulduk. Aşağıdaki resimlerde de göreceğiniz gibi gerek giysiler ve boyalı yüzler gerek peruklar çok ilgiçti. Geceyi köy yakınlarında bulunan çok güzel bir lodge’da geçirdik. Burada rastladığımız Sepik’den helikopterle yeni gelen bir Amerikalı grup, gezileri sırasında gördüklerinin ne kadar muhteşem olduğunu bize ballandıra ballandıra anlattı. Ama maalesef Sepik’de konaklanabilecek yegane lodge’da yer bulamadığımız için bu geziyi gelecek sefere bıraktık. Ertesi sabah, aracımızla Mount Hagen’e gitmek üzere yola koyulduk. Yine dört-beş saat süren renkli bir yolculukla dağları geçerek Mount Hagen’e vardık. Bu sefer şehrin içinde bir otelde kaldık. Festivalden dolayı her taraf tıka basa doluydu ve şehir dışındaki bulunan ve bölgenin en iyi lodge’unda yer bulamadık.
Bundan sonraki iki günümüzü festivalde geçirdik. Kamyonlarla ülkenin her tarafından festivale gelen yüzlerce insan olağanüstü ve görülmeye değer bir renk cümbüşü yarattı… Üstelik her yörenin farklı şekildeki ve renkteki giysi ve yüz boyaları müthiş bir yaratıcılık eseriydi. İnsanlar adeta doğayı kendi izlenimleriyle kendi üzerinde canlandırmıştı. İki sabah boyunca festival alanına erken giderek, köylülerin boyanıp tüy ve renkli giysilerle süslenerek geçit törenine hazırlanmalarını izlemek seyahatimizin en ilginç anlarıydı. Geçit töreni her ne kadar tel örgülerle çevrili bir alanda yapılmış olsa dahi, resmi zevatın ülkeyi ziyaret eden az sayıdaki turiste teşekkürlerinden sonra kapılar açılıyor ve birkaç saat boyunca bu sempatik insanların sizin için hazırladıkları çeşitli dans ve gösterileri yakından izleyebiliyorsunuz.
İki günün sonunda Mount Hagen’den İstanbul’a dönmek üzere uçağa binerek uzun bir hava yolculuğuna başladık. Ama bir yıl sonra buraya tekrar gelerek, her sene eylül ayında Goroka’da yapılan ülkenin bu en büyük festivalini ve Sepik Nehri boyunca uzanan köyleri görmeyi de aklıma koydum. Bu ülkenin kültür çeşitliliğini size ikinci seyahatimden sonra anlatmaya çalışacağım.
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.